Ugandalaştıramadıklarımızdan mısınız?

0
224

Türkiye’de gün geçmiyor ki gün geçmesin ve her geçen gün yeni bir sürprizle gelmesin. Gündemi hem bu kadar değişken hem de bu kadar yoğun başka bir ülke var mıdır, doğrusu bilmiyorum. Savaşta olan, açlıkla boğuşan, Covid-19 dışında başka salgınlarla mücadele eden/edemeyen, iç karışıklıklarla çalkalanan vb. sorunlarla baş etmeye çalışan birçok ülke var; ama bu ülkeler genelde tek bir, hadi olsun olsun birkaç soruna odaklanmış durumdalar. Türkiye ise rakiplerinin arasından sorun enflasyonuyla sıyrılıyor gibi. Eeee, ne demiş atalar: Büyük başın derdi de büyük olur. Yaşasın, yine dünya birincisiyiz!

Gündemimizin yoğunluğu ve çeşitliliği zaten yeterince yorucu değilmiş gibi bir de gece nöbetleri mecburiyeti başladı son dönemlerde. Halkımız her an bir şey olabilir diye geceleri uyuyamıyor, uyuyamayınca melatonin salgılayamıyor. Salgılanamayan melatonin depresyondan kaygı bozukluğuna, halsizlikten kalp çarpıntısına, damar damar üstüne binmesinden hafazanallah cinsel isteksizliğe kadar birçok istenmeyen sonuca sebep oluyor. Halkımız uykusuz, halkımız gece uykusuna hasret, halkımız kamyon şoförlerinin ne yaşadığını iliklerine kadar hisseder vaziyette topyekûn.

Gece yarısından sonra değişen Merkez Bankası başkanları, yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri vs. derken en son 104 emekli amiral, gece yarısı yayımladıkları bir bildiriyle Montrö tartışmalarına ve bir tekkede üniforması üzerindeyken cübbeyle görüntü veren bir subaya ilişkin rahatsızlıklarını dile getirdiler. Önce minik bir aritmetik problemi yaşandı, sayma sayıları konusunu hep birlikte tekrar ettik ve birer birer sayarak imzacı amiral sayısını netleştirdik. Alt alta yazılan isimler numaralandırılırken 53. sıra iki defa yazıldığı için başta 103 sanılan amiral sayısının aslında 104 olduğu anlaşıldı. Bu arada 103 sayısı üzerinden yapılan fikir beyanları ve büyük resim okumaları da bir anda çöp oldu; ama olsun, 104 de iş görür. Çıkar sıfırı, ne kaldı? 14… Görmek isteyene her sayıda, her harfte, her her her şeyde bir komplo teorisi var nasıl olsa.

Amirallerin bildirisinin ardından bakanlıklardan tutun da ilçe tarım ve orman müdürlüklerine kadar tüm resmi kurumlar birer tweet marifetiyle bu “darbe girişimi”ni kınarken ifade özgürlüğü meselesi de bir kez daha gündeme geldi. Emekli amiraller darbe tehdidi mi savurmuştu, yoksa siyasi bir konuda demokratik bir usulle düşüncelerini mi ifade etmişlerdi? Kendi adıma mezkûr bildiride bir darbe tehdidi göremedim; ama peşinden gelen tepkilere bakarak ifade hürriyetinin ülkemizdeki içler acısı hâlini görmemem mümkün değildi. Mevzu ne olursa olsun fikrini açıkça beyan eden, gerektiğinde iktidar partisinin üyelerini dahi karşısına alıp tabiri caizse ayar çeken Ayasofya Camii imamı için sonsuz olan ifade hürriyeti; Türkiye’nin boğazlardaki haklarıyla ilgili en önemli belge olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tartışmaya açılmasından rahatsızlık duyan emekli denizciler için yokmuş, onu öğrenmiş olduk. İktidarın hoşuna gitmeyen ifadeler için hürriyet, kılükal imiş ancak.

Temel amacı, tam da muktedirler tarafından sakıncalı görülen düşüncelerin de ifade edilme olanağı bulmasını garanti altına almak olan ifade hürriyeti, Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile korunurken ülkemizde pek de korunabiliyormuş gibi görünmüyor. İktidarın hoşuna gitmeyen herhangi bir düşüncenin ifade edilmesi; kamu düzeni, ulusal çıkarlar ya da toprak bütünlüğü hilafına olmasa da “terörist propaganda” olarak nitelendirilip kovuşturma sebebi yapılabiliyor. Halihazırda devam eden birçok dava da zaten bunun açık kanıtı niteliğinde. Gerçi gökkuşağına bile terörist muamelesi yapılırken söze yapılan müdahale bir kısmımızı şaşırtmıyor bile artık. Vah ki vah, tüh ki tüh…

Ülkemizde ne zaman hoşa gitmeyen bir gelişme yaşansa, insanlar bir şeylere isyan etse ya da birileri ülkenin bir konuda geri kaldığını anlatmaya kalkışsa akla ilk sırada gelen bir ülke vardır: Uganda. “Burası Uganda mı kardeşim!? Bu Uganda’da bile yaşanmaz!” gibi cümleleri sık sık duymuşuzdur. “Beyaz Adam”ın gadrine bolca mazhar olmasıyla zaten darbenin hasını yemiş olan Afrikalıları hakir görmek maalesef vakayı adiyyeden olmakla beraber, cennet vatanımızdaki bu Uganda’yı katmerli aşağılama merakı nereden gelmekte bilemiyorum. Tamam, Uganda’nın öyle ahım şahım bir ekonomisi, teknolojisi, bilimi, demokrasisi vs. olmayabilir; ama misal Uganda’nın komşusu Ruanda da İsviçre’ye pek benziyor sayılmaz. Hâl buyken “Burası Ruanda mı kardeşim!?” feveranını en azından ben hiç duymadım şimdiye kadar. Galiba Uganda daha bir geri kalmış tınlıyor kulaklarımızda.

İfade özgürlüğünden bahis açtık ya, benim de aklıma Uganda geldi şimdi; ama benimki sebepsiz ya da Uganda’nın adı kulağa tuhaf geldiği için değil. Uganda’yı 1971-1979 yılları arasında diktatörlükle yöneten ve 100 bin ila 500 bin arasında insanın ölümünden sorumlu tutulan Idi Amin’in söylediği bir söz aklıma geldi de ondan Uganda’yı anma ihtiyacı hissettim. İngiliz sömürge ordusunda asker olarak başlayan kariyerine darbeci ve diktatör olarak devam ettikten sonra devrik diktatör olarak kendi ülkesi dışında ölen Idi Amin, ifade özgürlüğü konusunda kendisine yöneltilen eleştirilere gayet veciz bir şekilde cevap vermiş: “Uganda’da ifade özgürlüğü var, ama ifade ettikten sonra olacakları garanti edemem.” Uganda Ulusal Kurtuluş Ordusu gerillaları tarafından devrilen Idi Amin’in ifade özgürlüğünün adının bile anılmadığı Suudi Arabistan’a sığınması da tarihin cilvelerinden biri tabii. Demek ki ifade özgürlüğü “Var” demekle olan ve kullanılabilen bir hak değil, hele şu sıralar bizde maalesef hiç değil. Burası Uganda mı kardeşim!?

Reportare · Ugandalaştıramadıklarımızdan mısınız? | Dr. Ali Gül