Gözetim Kapitalizmi serimin bir önceki yazısında tüm elektronik cihazlarımızdaki sensör, kamera ve algoritmalarla tüm davranışlarımız izlenip, bizi reklamveren şirketlere nasıl bir ürün olarak pazarlandığımızdan dem vurmuştum. Kimisi için tüm bu süreçler rahatsızlık verici olmayabilir. Ama bu durumun bireysel olarak size verdiği en azından sürekli reklamlarla manipüle edilme durumunun dışında toplumumuza ciddi olarak yarattığı hasarlar var. Çünkü milyonlarca insanın verisi birleşince, o kadar insanın davranışını kökten değiştirmek de mümkün olabiliyor. Mahremiyetin ortadan kalkışı, şirketlerin ve bu şirketlerin yazılımlarını kullanan devletlerin yurttaşların tüm anını izleyebiliyor oluşu ciddi bir problem.
Her ne kadar anti-sovyet ve anti-komünist bir anlatı olarak görülse de, ironiye bakın ki günümüzde birçok açıdan otoriter ve anti-demokratik hükümetler tarafından yönetilen serbest piyasa ekonomisini deneyimlediğimiz yönetim biçimlerini öngören George Orwell’in ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ romanı geleceğin dünyasının ‘oligarşik kollektivitizm’le tanımlanabilecek bir diktatörlükler dünyası olduğunu betimlemişti. Kitapta Ana karakter Winston, Okyanusya devletinde yaşamaktaydı. Devletin temel üç slogan biri “bilgi iktidardır” önermesiydi. Betimlediği dünyada bütün yurttaşlar ‘tele ekran’ adı verilen alet yardımıyla izlenmekteydi. Romandaki tele ekran hem verici hem alıcı işlevini görüyor, aynı anda hem yayın, hem kayıt yapabiliyordu. ‘Düşünce polisi’ bu alet sayesinde herkesin ne dediğini ve ne yaptığını sürekli izleyebiliyordu. Böylelikle yurttaşlar sürekli devletin takibi altında yaşar ve devletin istediği gibi davranıyordu.
Hiç yabancı gelmedi değil mi? Günümüz dünyasında özellikle birçok dijital haklar eylemcilerinin ifşaları ve sızıntıları sayesinde aslında nasıl bir gözetim altında olduğumuzu görmekteyiz. Snowden, Wikileaks, Panama Paper gibi sızıntılarda bizzat devlet kurumları ve etkilileri arasındaki yazışmalar birçok ülkede yasadışı bir şekilde oluşturulmuş ve faaliyet yürüten gözetim mekanizmasını ayyuka çıkarırken, bu mekanizmaların ve teknolojilerin nasıl yurttaşlardan gizlendiğini ve şirketlerle yapılan korkunç anlaşmalar da ifşa edilmişti.
İnsanların davranışları, örneğin birbirine sarılması, sigara içmesi, kavga etmesi veya içki içmesi gibi belirli olayları tespit eden ve takip edilen kişinin gündelik hayatının akışına uygun olmayan “anormallikleri” otomatik olarak tespit eden yapay zeka destekli yazılımlarla çalışan kameraları bir düşünün. Her olayın analiz edilerek bir yerlerde depolanıp veya iletilmesini hâyal edin. Dünya nereye gidiyor değil mi? Ders dinlerken öğrencilerin dersten verim alıp almadığını yüz ifadelerinden anlayan ve bunu okul müdürüne raporlanmasının yapıldığı bir dönemdeyiz. Kameraların başında insanlar değil, yapay zeka destekli yazılımlar mikrofon ve kameralarla bunları tespit edip analizlerini gerçekleştiriyor. Sokaklarda kitlesel gözetleme için sadece yüz değil ‘yürüyüş tanıma’ yazılımı bile kullanılıyor. Bu yazılımda insanları vücut şekilleri ve yürüyüş biçimleriyle tanımlayan bir yapay zeka kullanılıyor. Yani artık sadece izleme yapılmıyor, yürüyüş şeklininiz kimliğinizin bir parçası ve yapay zeka destekli gözetim teknolojileri milyarlarca insandan sizi ayırt edebilecek kapasitede. Bazı mağazalar, optik tanıma sistemleri ile müşterilerin hareketlerini, hangi reyonda ne kadar durduklarını analiz edebiliyor. Bu analizler sonucunda pazarlama stratejileri geliştirebiliyor, hatta kameraların optik tanımlama sistemleri sayesinde, müşterilerin yüz ifadeleri de değerlendirilebiliyor. Aynı işi yapan açıkhava bilbordları var. Yani mimikleriniz bile toplanarak bir veriye dönüştürülüp size daha fazla ürün satmak için kullanılıyor.
Peki her gün sosyal ve siyasal görüşlerini paylaşan milyonlar? Bu paylaşımların yapıldığı platformların kullanıcıları ve verilerinini ilgili kamu kurumlarıyla anlaşmaları gereği paylaşmasının yaratacağı etkiler?
Gelecek yazımızda hem Türkiye hem de Dünya’ada bu soruları cevaplayacağız.
Görsel: Michał Jakubowski / Unsplash