“Goethe’nin şiirindeki Büyücünün Çırağı gibi, büyük bir gücü elimize aldık, ama onu kullanacak bilgelikten yoksunuz.”
Ormana her gittiğimde ya da yarattığımız şehir karmaşası içerisinde ağaçları gördüğümde, içimde tuhaf bir his oluşur. Bugüne kadar nedenini hiç anlayamamıştım. Rüzgarın etkisi ile yaprakların, dalların olağanüstü melodisini dinlemek hepimize olduğu gibi bana da her zaman huzur verir.
Ağaçların gizemli olduğunu hissederim. Bu hissin gerçek olduğunu, ağaçların ve oluşturdukları ekosistemin insanlarda olduğunu varsaydığımız toplum bilinciyle yaşadığını ise Peter Wohlleben’in Ağaçların Gizli Yaşamı kitabını okuduğumda anladım.
Bize öğretilen ormanların oksijen kaynağımız olduğudur. Yine insana hizmet eden bir yapı. Her zaman esas konu insan. Bu bilgiyle bile yaşamamız için en önemli kaynak oksijeni yok ediyoruz. Hep bir umarsızlık, bencillik, bir şey olmaz hali. Oysa ormanlar, bize “insan- toplum” olmayı öğretebilirler.
Ağaçlar neden bu kadar sosyal birer varlıktır? Çünkü birlikte çalışırlar, üretirler, yaşam kaynaklarının tükenmesini engellerler, zayıf olanları korurlar, beslerler, yaşlı olanlar ve yaşamdan ayrılanlar bile geride bıraktıkları ile ekosistemlerinin yaşamasına hala destek vermeye devam ederler. Ağaçlar, birlikte aşırı sıcak ve soğuğu hafifleten bir ortam yaratabilirler. Birbirlerine arkalarını dönmez, görmezden gelmezler. Biz gibi değil mi?
Ağaçlar koku ile iletişim kurarlar ve kendilerini ifade edebilirler. 40 yıl kadar önce Afrika savanında zürafalar, şemsiye yapraklı akasyalarla besleniyorlardı. Akasyalar bu durumdan hoşlanmamışlar ve yapraklarına zehirli maddeler pompalayarak zürafaları kaçırmışlar. Kaçırmışlar ama zürafalar yakındaki ağaçlara da gidememişler çünkü akasyalar uyarı mahiyetinde etilen salgılamışlar. Diğer ağaçlar da bu uyarıyı alıp aynı kovma yöntemini uygulamışlar. Zürafalar ise rüzgarın ters yönündeki ağaçlara yönelmişler. Toplumunu koruma güdüsüyle oluşturulan zarif, olağanüstü bir iletişim yöntemi. Onlarında internet ağı var ve bu ağ üzerinden kimyasal, hormonal ve yavaş elektrik sinyalleri gönderirler. Ağaçların zekası.
RWTH Aachen Üniversitesi araştırmasına göre ağaçlar da sosyal yardım içerisindeler. Ağaçlar zayıf ve güçlü taraflarını kendi aralarında eşitliyor. Mesela, ince ya da kalın aynı cinsten her ağaç, ışık sayesinde eşit miktarda şeker üretiyor. Bu dengeleme köklerde oluşuyor. Ve şekeri fazla olan dağıtırarak fakir olanı destekliyor.
Bir kayın ağacı her beş senede bir en az 30.000 kayın meyvesi üretir. Bu ağaç, büyüdüğü yerde ne kadar ışık aldığına bağlı olarak, 80 – 150 yaşları arasında cinsel olgunluğa ulaşır. 400 yaşına geldiğinde en az 60 defa meyve verip, toplamda 1.8 milyon kayın meyvesi üretir. Çok büyük bir sayı olduğunu düşünebiliriz ancak gerçek şu ki, bunlardan sadece bir tanesi gelişip yetişkin bir kayın ağacı olabiliyor.
Ağaçlar gerçekten susadıklarında çığlık atmaya başlıyorlar. Şu anda yaşadığımız kuraklık seviyesini düşünürsek ormanların çığlığını duyabiliriz. Bunun sebebi ise insanın açgözlü doğası, bencilliği, üstenci tavrı. İsviçre Orman, Kar ve Tabiat Federal Araştırma Enstitüsü, köklerden yapraklara su akışı kesildiğinde gövde de titreşimlerin meydana geldiğini öğrendiler. Yüksek sıcaklıkta ve yağmursuz geçen iki hafta sonrasında ormanlar susuzluk çekmeye başlıyor. Ağaçlar kışın yaz için gerekli olan su ihtiyacını depolar, büyümeyi durdurur.
Küresel iklim sorununu insan yarattı. Sadece doğaya zarar vermedi, doğadan kendisi içinde elde edeceği kaynakları yok etti, etmeye devam ediyor. Darwin’den beri ağaçları, bağlantısız, yalnız, su, besin ve güneş ışığı için rekabet eden, sadece oksijen üreten ve hayvanlara ev sahipliği yapan, insanın temel gereksinimlerine kaynak olarak gördük.
Son yıllarda dünyada benzeri görülmemiş orman yangınlarının tahribata yol açtığını görüyoruz. Avustralya, Amazon, ABD, Kuzey Amerika, Endonezya, Sibirya, Orta Asya, Avrupa ve Türkiye.
Dünya genelinde yangınların sadece %4’ünün doğal olarak başladığı tahmin ediliyor. Bununla birlikte, insan kaynaklı yangınlara karşı yıldırım kaynaklı yangınlarında oldukça yaygın olduğu görülüyor. ABD’de yangınların %84’ü insanlar tarafından çıkarılıyor.
İklim değişikliğinin, yangın koşullarını daha olası hale getirdiğini gösteren kanıtlar, araştırmalar, her yıl orman yangınları tarafından yakılan toplam alanın 24 yılda, ¼ oranında azaldığı ortaya çıktı. İklim değişikliğinin şiddetli yangın riskini artırabilmesinin en önemli yollarından birinin bitki örtüsünün kurumasına neden olduğu belirtiliyor. İklim değişikliğinin orman yangınlarına etkisi olmasına rağmen insanların etkileşimi, risk unsuru olması daha büyük bir karmaşıklık.
Ağaçları, ormanları anlamadığımız gibi içinde yaşayan canlılar için ev olduğunun da farkına varamadık.
2020’nin ilk birkaç ayında gerçekleşen Avustralya’daki orman yangınını hepimiz anımsıyoruz. Üç milyar hayvan öldürüldü veya yerlerinden edildi. Disney’in Bambi’sindeki ikonik orman yangını sahnesini nasıl unutabiliriz? Sevimli çaresiz tavşanlar, sıçanlar, kaplumbağalar, kuşlar, köpekler, geyikler… Her birinin kendine özgü bir yaşamı, ailesi, sosyal ilişkileri var. Orman yangınlarında kaç türün öldüğü belli değil ancak düzenli olarak yanan habitatlarda türlerin yaşaması her geçen gün daha da zorlaşıyor.
Dünyanın oksijen deposu denilen Amazon Ormanları’nda da durum değişmiyor. Orada da insanın büyükbaş hayvancılık, çiftçilik için ormanı yaktığını görüyoruz. Amazon havzası’nın 2020’de 2 milyon hektardan fazla birincil orman örtüsünü kaybettiğini biliyoruz.
Bir yandan da akıllara durgunluk veren başka bir durum var. Nedense bilimi red eden liderler tarafından yönetilen bir dünyada yaşıyoruz. Oysa ki, Center for Climate and Energy Solutions gibi kuruluşlar orman yangını için dayanıklılık stratejileri, aşırı sıcaklık için esneklik stratejileri ile ilgili yayınları var.
Ağaçların dostumuz olduğunu unuttuk. Orman, insan olmanın nüvesini bize tekrar öğretebilir. Ağaçların bu aklın sınırlarını zorlayan yaşam tarzını, “biz” olma üst bilincinin şahane eseri olan ormanları öğrendikten sonra, ormanda yapacağımız bir yürüyüş bile eskisi gibi olmayacak.
Her sorunun arkasında insan olduğunu görüyoruz. Yunan mitolojisinda tanrıların Sisyphus’u, anlamsız bir görevi sonsuza denk tekrar etmeye mahkum ettikleri söylenir. Görevi, tekrar aşağı yuvarlanacak olan bir kayayı sonsuz dek bir dağdan yukarı taşımaktı. Fransız Varoluşçu ve Nobel Ödüllü Yazar Albert Camus, Sisyphus’un durumunu insanlık için bir metafor olarak görerek, bu abes varoluşta nasıl anlam bulabiliriz? Der. Biz insanlar hiç gelmeyen bir yarına hazırlanmak için sürekli didiniyoruz ve sonra ölüyoruz. Bu gerçeğin farkına varabilirsek, ya egosal personalarımızla özdeşleşmiş olarak çıldıracağız ya da uyanıp özgür olacağız. Dışarıdaki mücadelede asla başarılı olamayacağız, çünkü o sadece iç dünyamızın bir yansıması.
Bugünlerde her şeye karşı bir savaş var; terörle savaş, hastalıkla savaş, açlıkla savaş. Her savaş aslında kendimizle savaştır. Savaş kolletkif bir yanılgının bir parçasıdır. Barış istediğimizi söyleriz ama savaşa hevesli liderleri seçmeye devam ederiz. İnsan haklarından yanayız diyerek kendimize yalan söyleriz ama sömürü iş yerlerinden üretilen ürünleri satın almaya devam ederiz. Temiz hava istediğimizi söyleriz ama kirletmeye devam ederiz. Bilimin bizi kanserden kurtarmasını isteriz ama bizi hasta eden ve zarar veren alışkanlıklarımızdan vazgeçmeyiz. Daha iyi bir yaşamı desteklediğimiz konusunda kendimizi aldatırız.
Goethe’nin şiirindeki Büyücünün Çırağı gibi, büyük bir gücü elimize aldık, ama onu kullanacak bilgelikten yoksunuz. Sorun kullandığımız aleti anlamıyor olmamız. İnsan aklını, doğru kullanımını ve amacını anlamıyoruz.