Madımak Oteli’ni sarmış alevler. “Yakın yakın” “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak”, “şeriat isteriz”, “Sivas Aziz Nesin’e, laiklere mezar olacak” diye bağırıyorlar… Vali, koalisyon ortağı SHP kontenjanından atanan biri. Pir Sultan Abdal etkinlikleri de Valiliğin bilgisi, izniyle gerçekleşiyor. Sanki ateşe rüzgâr oluyor, bakan gözler. Oysa kalabalık artıyor otelin önünde. Polis, asker, itfaiye olayda seyirci. Telsiz konuşmaları seyri belgeliyor. Oysa polisin kitlesel eylemlerdeki tutumu çok iyi biliniyor bu topraklarda. Biber gazının tüm kenti saran görüntülerine de tanıklık etti bu topraklar. Müdahaleyle kırılan kafalar, kollar, bacaklar da oldu, oluyor. Orantılı, orantısız güç hep konuşuldu, tartışıldı. Sivas’ta o güç kendini göstermedi. Asker desteği de yetmedi. İtfaiye engellendi. Devlet gücü, ateşin karşısında erimiş ya da eritilmişti. Ateş, oteli çoktan sarmıştı. Dumanın siyah kiri, isi çoktan yüreklere sinmişti. Yitip giden 33 can vardı. Dönemin başbakanı, Tansu Çiller, “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!” diyerek çoktan ateşin isini devletin alnına sürmüştü. Dava süreciyle bu utanç daha da ağırlaştı. Davada zaman aşımının işletilmesi, suçun “insanlığa karşı işlenmiş” olmasının görmezden gelinmesi de ayrı yarayı daha da derinleştirmişti. Anaysa Mahkemesi sürecinde mahkeme üyelerinden birisinin sanık avukatlarından olması (dava sürecinden çekilmesine karşın) yargılamanın gereği gibi yürütülmediğine ilişkin iddiaları da daha da güçlü kıldı. Üstelik sanıklara sahip çıkan savunanların politik karşılıkları fazlasıyla alması da ayrı bir utanç kaynağı olarak kayıtlara geçti. Bu yıl katliamın 29. yılı. Yara hala taze, hala kanıyor.
Sivas katliamı, sıradan bir eylem değildir. Hedefi çok açıktır. Bir kalkışmadır. Cumhuriyeti, laikliği hedef almış, kanlı bir eylemdir. Tartışmasız, insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Yaşam hakkına, yaşam biçimine karşı, kasti olarak işlenmiş bir suçtur. Davanın sıradanlaştırılmaya çalışılması açıkça katliama sahip çıkmaktır, korumaktır. Yaşananların unutturulmaması, her aydının, her yurttaşın görevidir.
Herşeyden önce devlet, davadaki sorumluluğuyla yüzleşmeli, gereğini yapmalıdır.
Almanya, Yahudi soykırımının utancını hala taşımaktadır. Bu utançla yüzleşmeyi de başkentin, Berlin’in göbeğine yerleştirdiği anıt kara taşlarla kabullenmiştir. Sosyal Demokrat Parti’nin simgesi, unutulmaz ismi Williy Brandt’ın Varşova Gettosu Anıtı önünde hiç beklenmedik bir biçimde diz çökerek çelenk bırakması ve özür dilemesi tarihe geçmiş en önemli anlardan birisidir. Brandt’ın özürü, o acılardaki sorumluluğu kabullenmesidir. Onu tarih önünde yüceltmiş ve o acıların giderilmesinde bir nebze katkı sağlamıştır.
Almanya, Sivas katliamından çok kısa bir süre önce Solingen’de Sivas benzeri bir utancı daha yaşamıştır. 29 Mayıs 1993’te Solingen’de Naziler tarafından ateşe verilen evde 5 türk yaşamını yitirdi. Olay sonrası düzenlenen anma törenlerine çok sayıda üst düzey Alman yetkili katıldı ve ilk konuşmayı Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker yaptı. Törenlere katılmayan Başbakan Helmut Kohl, eleştirilerin hedefi haline geldi. Solingen saldırısı, elbette uluslararası tepkilere de yol açtı. En dikkate değer tepki de Kohl’e karşı gösterildi. Hollanda’da bir radyo kampanyasının ardından, 1,2 milyon kartpostal “öfkeliyim” (Ik ben woedend) sloganıyla Almanya Şansöylesi Helmut Kohl’a gönderildi. Saldırıda yaşamını yitiren Hatice Genç’in okulunun önüne olayın anısına gamalı haçı parçalayan metal figürlerle anıtlaştırıldı. Yine Frankfurt-Bockenheim’da yaşamını yitiren Hülya Genç’in adı bir meydana verildi. “Hülyaplatz”da, Hülya Genç’in anısı gamalı haçı çekiçleyen bir adam heykeli ile yaşatılıyor.
Biz bu yüzleşmeyi gerçekleştiremedik. Madımak Oteli’nin Utanç Müzesi olma talepleri göz ardı edilerek, “Bilim ve Kültür Merkezi”ne dönüştürüldü. Oysa çok açık bir biçimde yüzleşmek ve bu özürü en üst düzeyde gerçekleştirmek gerekir.
Aradan 29 yıl geçmiş. “Ateşe semah duranları” anmak, katliamı unutturmamak boynumuzun borcudur.
Görsel: Yaoqi/ Unsplash