Anadolu coğrafyasında farklı kültürler ölüm karşısında nasıl bir tutum alıyorlar? “Kolivadan helvaya: ölüm acısı ağız tadı…” Sünni Müslümanlardan Alevilere, Yahudilerden Ortodoks Hristiyanlara Anadolu’da ölüm ve yas ritüelleri…
ÜSTÜ KALSIN
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir…
Üstü kalsın…
BİR NİDA SEÇİMİ: “AH!”, “EH!”, “OH!”
“Bir canlı varlığın hayati fonksiyonlarının tam ve kesin olarak sona ermesi hali” olarak tanımlanan ölüm, gündelik rutinimiz içerisinde farkında olarak ya da olmayarak, tahmin ettiğimizden çok daha fazla karşı karşıya olduğumuz bir durum. Yolda yanımızdan geçen bir cenaze arabası, önünden geçtiğimiz bir mezarlık, herhangi bir yerde karşımıza çıkabilecek bir kuş, kedi ölüsü, kuruyup gitmiş bir ağaç, solup gitmiş bir çiçek… Üstelik ezici çoğunluk olarak başka türlerin ölüsünü yiyen bir türün mensubu olduğumuz düşünülürse balıkçı tezgahlarından, kasap vitrinlerinden sofradaki tabaklarımıza kadar ölümle ilişkimiz aslında tahmin ettiğimizden çok daha çeşitli ve karmaşık.
Ölümü anlamlandırma gayretimiz onunla kurduğumuz ilişkiyi zaman zaman içinden çıkılmaz hale de getiriyor kuşkusuz. Bazı ölümler onurlandırılıp kutsallık atfedilerek değerlendirilirken bazı ölümler bir ceza, hatta fazlasıyla hak edilmiş bir son olarak görülebiliyor.
Pek tanımadığımız birinin ölüm haberi geldiğinde sorarız: “Kaç yaşındaydı?” Yaşını öğrendiğimizde “Ahhh! Çok gençmiş!” ya da “Eh! Allah rahmet eylesin!” deriz ki bu “Ah”, hatta “Ah” taki “hhh” sayısı ve vurgusu ile “Eh” arasındaki seçimimiz insana, yaşama ve ölüme ilişkin algımızın ve kabul sınırlarımızın çizgilerini de oluşturur aynı zamanda. Gencecik bedenlerin toprağa düşmesine fazlasıyla alışkın bir coğrafyada, “kocamış”, yaşını başını almış insanların ölümü daha bir olağan, daha bir sıradansa da demiş işte Cemal Süreya: “Her ölüm erken ölümdür”.
Bir de “Oh!” var tabii… Dedem “Ölüm ve hastalıkla intikam olmaz” derdi hep ama bazı ölümlerin “Oh!” nidasıyla karşılandığını da biliyoruz.
Ölüm, üzerine konuşmaktan pek hoşlanmadığımız, konuşmaya ya da düşünmeye başladığımızda ürperdiğimiz, kafamızdan kovmaya, kaçmaya, kaçınmaya çalıştığımız gerçeklerimizin başında geliyor. Ancak ölüm farkındalığı aslında bir insan ayrıcalığı. Türler arasında “ölüm” kavramının farkında olan, “öleceğini bilen” tek canlı olduğu söyleniyor insanın. Ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu, ömrün bir sınırı olduğunu bilmek, insanın o bitmeyen telaşının, kalıcı olma, iz bırakma gailesinin de kaynağını oluşturuyor. Öleceğini bilmek ile bu gerçeği kabullenmek arasında fark var demek ki…
Ölüm bütün kültürlerde kendine özgü gelenekleri, inanışları, ritüelleri yaratmış bir olgu. Ölümün bir “son” olmadığı, başka türden bir yaşamın kapısı olduğuna inanma eğilimi hemen bütün kültürlerde karşılığını buluyor. İnsanlar öldükten sonra yaşadıkları hayatla ilgili bir hesap vereceklerine, bu hesaba göre cezalandırılacaklarına ya da ödüllendirileceklerine ama her koşulda ölümün bir son olmadığına inanmak istiyorlar. Bazı kültürlerde ceza, tekamülün tamamlanmasına kadar, bazı kültürlerde kefaret ödenene kadar, bazı kültürlerde ise sonsuza kadar sürüyor. Bu inancın dünyevi hayata etkisini genellikle yoksullar ve ezilenler üzerinde görüyoruz. Zira hemen bütün inanışlarda bu dünyada çekilen tüm çile ve eziyetin ölümden sonra bir karşılığı var. Eh, bu tevekkül düşüncesinin zenginler ve egemenlerin dünyevi hayatını hayli kolaylaştırdığını söylemek çok da yanlış olmaz. Ama sevgili okuyucu, bu dosyada işin o faslına fazla girmeyeceğiz…