Mahalle arasına geri dönüş…

0
327

İlk yazımda çocukluğumun renkli anılarından bazılarını sizinle paylaşmış ve teknolojinin, fantastik dünyalarımızın henüz perdede ve ekranda “gerçekmiş” gibi görünmesine çok da yetmediği dönemde, hayal gücümüzün sınırlarını zorlayarak yarattığımız o renkli senaryolardan dem vurmuştum.

Mahalle arasında yarattığımız o devasa macera ortamında korsanlar, perili evler, uçsuz bucaksız olduğuna yemin edebileceğimiz ama aslında, şimdi oturduğumuz evlerin salonu büyüklüğündeki bahçelerde vahşi hayvanlardan kaçarak geçirdiğimiz saatler olmasa çok eksik kalırdık…

Hayal dünyamızı tetikleyen tüm oyunlar drama üstüne kuruluydu aslında, rol yapıyor, kendimizi o rollere kaptırıyor, üstümüze giydiğimiz bu karakterleri neredeyse tüm gün üstümüzden çıkartmıyorduk. Gerçi üst baş rezil halde eve girdiğimiz an itibariyle korsan ya da avcı, asker ya da pilot fark etmiyordu ailelerimiz için, genelde banyoda sıcak su altında keselenip, bağırta bağırta yıkanan onurlu ama gözü yaşlı çocuklar oluveriyorduk!

Sonrasında ise pamuk gibi pür-i pak yatağa giriyorduk ve yine o hayal dünyasına geçiyorduk rüyalarımızda…

Korsancılık oyunlarıyla büyüyen bir çocuk olarak aradan geçen yıllarda ne kadar boy atmış ve hatta iş güç sahibi olmuş, sorumluluk almış olsam da Karayip Korsanları film serisi dendiğinde içimde bir kıpırdanma, heyecan yükseliyor. Johnny Depp’in yarattığı Jack Sparrow karakteri ve filmlerde kullanılan teknoloji beni mest ederken mahalle arasındaki o dev dalgaların sesi kulaklarımdan gitmedi uzun bir süre. Belki senaristlerin de hayaliydi çocukken korsan olmak ya da hayatın zorluklarından kaçacağımız o hayal âlemini yaratırken, bir korsan kadar korkusuz ve hür olmayı vurgulamayı istemişlerdi. Her ne düşünmüş olsalar da, ortaya çıkan inanılmaz görsel şölen ve leziz hikâye akışını büyük bir keyifle izlediğimi söylemeliyim. Bir de dinleyici olarak Rolling Stones hayranı tarafım var ki, Johnny Depp’in bu ölümsüz karakteri yaratım sürecinde kimden esinlendiğini posteri gördüğümde anlayıp, ilk sahneden itibaren sanki Keith Richards’ı ekranda korsan rolünde izliyormuş gibi mest olmuştum.

Yetişkinliğe uzanan yolda yürürken, omuzlarımıza yüklenen sorumlulukların sayı ve ağırlığının her bir dönüm noktasında arttığını biliyorsunuz, yaşıyorsunuz. Çocukken oynadığımız rollerden eve girdiğimiz an sıyrılabiliyorken, erişkin olduktan sonra oynadığımız roller, ikinci bir deri gibi üzerimize yapışmış halde. Ofise girip bir korsan gibi nara atamaz, Süpermen kostümüyle ortalarda dolaşamaz, evinizin duvarlarına asma şansına erişmiş olsanız da bir Elf kılıcını belinize takıp gezemezsiniz. Artık takım elbiseli ya da en azından yaptığınız işe ve sosyal konumunuza uygun kıyafetli, üniformalı bireyler olarak o rolleri sadece kendi içinizde tam olarak yaşayabilir, ancak sizin gibi hayalperestlerin yanında bu konularda art arda espri yapabilir, kendinizle bütünleştirdiğiniz bir karakterin kimliğine bürünebilir ya da onun hakkında gönül rahatlığıyla konuşabilirsiniz. İşte o anlarda da kahkahalarınız gerçek, mutluluğunuz eşsizdir, çünkü gerçek hayatta var olmayan bir karakteri gerçek bir kimlik olarak kabul edebilecek bir kitlenin içindesinizdir, hayal dünyanızın derinliği onları korkutmayacaktır ve siz nihayet gerçek hayatın yüklerini bir kenara bırakıp fantezi dünyasına dalabileceksinizdir.

Masallar, destanlar, mitler, filmler, diziler ve hatta konsol oyunları derken, aslında içimizdeki çocuğu sürekli heyecanlı ve zinde tutacak malzeme her daim bulunmakta. Ancak bizler hayatın koşturmacası içinde üstlendiğimiz rollere o kadar kaptırıyoruz ki kendimizi, içimizdeki çocuğun kısacık bir an için bile dışarı çıkıp etrafta koşturması için fırsat vermiyoruz. Oysa bu kadar yoğun stres ve ikinci derimiz gibi üstümüze yapışmış rollerden bir kurtulsak, hani bir an kurtulsak!

Söylediklerimi sizler de yaşıyorsunuz aslında; lise arkadaşlarınız ile buluştuğunuzda kaçınız üstündeki kostüme, isminin önüne eklenmiş titre uygun hareket ediyor! İlk in beş dakika, “nasılsın, neler yapıyorsun” gibi basmakalıp hal hatır yoklamalarının ardından biraz ilerideki ikisi kulak kulağa verip sonra da kahkaha attığında, onlara dönüp bir anda; Şşşttt n’oluyo orda! Demiyor musunuz? Diyorsunuz tabii ki, demelisiniz de, çünkü her ne kadar yaşlarımız büyümüş olsa da içimizdeki o çocuk henüz 16, bilemedin 17 yaşında ve onu unutup beyninizin az elektrik alan kısımlarına hapsetmiş olsanız da aradan geçen yıllara rağmen sadece minik bir akım onun bir anda ortaya çıkmasına yetiyor. Artık ne şu an ki yaşınız söz konusu, ne kariyeriniz ne de kostümünüz, titriniz…

İşte o çocuğu arada bir gün yüzüne çıkartırsanız emin olun ki sizi dinçleştirecek, kaygılarınızı azaltacak ve o kadar da yaşlanmadığınız konusunda sizi ikna edecek bir sürü aktiviteye sizi sürükleyecektir. Fantezi edebiyatı da, içinizdeki çocuğun tamamen uykuya dalmasını önler, ona ara ara minik dokunuşlarla hareket kazandırır. Dostlarınızla bir araya geldiğinizde sadece politika, futbol ya da hayata dair dertlerinizi konuşmaktan çekinmiyorsanız, içinizdeki o yaramazı arada bir dışarı salmaktan da çekinmeyin… Bırakın etrafta koştursun, orman Elflerinin peşi sıra ağaçlara tırmansın, Zeus’un çalınan şimşeğini bulmaya çalışsın, cücelerin ardı sıra mağaraların derinliklerinde demir dövsün, Jack Sparrow ile Siyah İnci’nin güvertesinde adalara yelken açsın ya da minik bir hareketle dağları yerinden oynatsın…

Gerçek hayatta ejderhalardan bahsederseniz size inanmazlar, bu da zaten normaldir ama fantastik evrende ejderhaya inanmayana deli derler unutmayın!

Hayallerimiz kadar var olduğumuz o fantezi dünyasında, hepinizin, kendisi için sınırsızca kurguladığı bir masalın kahramanı olmasını diliyorum…