Ulvi Yaman: Teşekkür edip bodoslama giriyorum röportaja 🙂 Pazarlama ve İletişim alanında masanın her iki tarafında da bulundun, hangisi daha keyifli? Her iki tarafın da zorluklarını ve keyifli yanlarını anlatsana bize biraz.
Kılınç Orhan Erdemir: Öncelikle masanın her iki tarafında da bulunan biri olarak kreatif ajansın havalı ortamlarında kahvenizi yudumlarken müşteriye ahkam kesmenin markayı ajanstan soğutan en büyük sebep olduğunu gördüm. Herhangi bir markanın günlük rutin operasyonlarından strateji üretmeye, ambalaj stoklarını takipten pazar araştırmalarının sonuçlarını uygulamaya, satış ekibinin baskısını göğüsleyip üst yönetime harcanan her kuruşun hesabını vermeye kadar onlarca işle meşgul olan pazarlama departmanlarında çalışıp kan, ter ve gözyaşı dökmeden ajansta oturup markaları anlamaya çalışmak mümkün değil. Bu iş öyle “onlarca marka ve sektörde çalıştık biliyoruz bu işi” demekle de olmuyor. Bir ajansta mutlaka ama mutlaka pazarlama departmanlarında dirsek çürütmüş profesyonellerin olması gerektiğine inanıyorum. Çünkü markalarla uzun süreli işbirlikleri oluşturabilmenin en sağlam yolu onları anlayabilmekten geçiyor. Markadaki yöneticilere “senin bulunduğun yoldan geçtik ve seni çok iyi anlıyoruz. Bu yüzden sana özel çözümler üretebiliyoruz.” diyebilen ajansların uzun vadede her zaman kazanan olduğunu gördüm.
Ajans tarafında da işin zorluğu tabi ki markanın yağmur gibi yağan taleplerini yönetemediğinizde ortaya çıkıyor. Yoksa uzaya roket yolladığımız falan yok. 8-10 kişilik iyi bir kreatif ekibin çok büyük markalara bile çalışabildiğine bizzat şahit oldum. Ajans yönetirken en önemli sorun, o iyi kreatif insanları bulmak! Ancak ajanslar elbette bütçe/maliyet odaklı olarak ekipleri güçlendiriyor. Burada en önemli çözümün 5-10bin liralık bütçelerde onlarca küçük marka ile çalışmaktansa yüksek bütçeli ama az sayıda marka ile çalışabilmekten geçtiğini düşünüyorum. Bu bahsettiğim tabi ki 3-5 kişinin çalıştığı küçük ajanslar için geçerli ki sayıları azımsanmayacak kadar çok.
Keyifli anlara gelecek olursak elbette ajans tarafının çok daha keyifli ve vizyon geliştirici olduğunu söyleyebilirim. Farklı sektörler, farklı markalar, farklı ürünlere çalışmak ajanslardaki ekiplere inanılmaz çeşitlilikte bir bakış açısı sunuyor. Şahsen bu saatten sonra pazarlama yöneticiliğinin (birden fazla markanız yoksa) çok rutin, yavaş ve sıkıcı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden işin ajans ve danışmanlık tarafında kalmayı tercih ediyorum.
Ulvi Yaman: İlk günlerden itibaren sosyal medya mecralarını hem kurumsal hem kişisel olarak oldukça aktif kullanıyorsun. Kurumsal pazarlama ve iletişim anlamında nasıl yorumlarsın, doğru kullanılıyor mu, ne gibi yanlışlar yapılıyor, neler yapmak neler yapmamak lazım?
Kılınç Orhan Erdemir: Evet şahsen mesleki bir merakım olduğundan yeni çıkan, istisnasız her sosyal mecraya katılıyorum. Bazılarının sistemini anlayıp markalara nasıl kreatif iletişim fırsatları sunabileceğini bulmak için haftalarca vakit harcıyorum.
Türkiye’de markaların yeni mecralarda çok çekingen olduğunu söyleyebilirim. Birkaç global marka istisna oluşturabilir ama bu çekingenlik hem marka bilinirliğinin hem de marka algısına yönelik güçlü fırsatların kaçmasına sebep oluyor. Bu çekingenlikten kastım bütçe de değil. Bütçe yoksa zaten marka da yok! Kreatif içeriklere yönelik muhafazakar bir kafa var şirketlerde. “Acaba buradan ne gol yeriz?” endişesiyle treni kaçırıyorlar. Markanız, binlerce kişiye yayılan bir rezalete konu oluyorsa bunun sebebi o mecra değil iletişimde kullandığınız hatalı dil ve içeriktir. Şunu artık herkesin anlaması lazım fındık fıstıkla ödeme yaparsanız maymunlarla çalışırsınız! Marka imajı, itibarı, bilinirliği, algısı dediğimiz şeyler 1 milyon takipçili arkadaşların, “sen yaparsın yaa” denilen amca oğullarının eline bırakılamayacak kadar hayati değere sahip unsurlardır. Sosyal medya tam bir gladyatörler arenası. Her tür bel altı vuruş var. Amaç kriz meydana geldiğinde “hepinizi mahkemeye vereceğiz” diye tweet atıp krizi faciaya çevirmek değil o krizin en başta oluşmamasını sağlayacak dikkat, özen, çok yönlü bakışla marka dilini oturtmak olmalıdır. Son 10 yıldır sosyal medyada var olup dayak yememiş hiçbir marka hesabı kaldığını sanmıyorum. Ancak siz doğru bir marka dili, konumlandırma ve iletişim stratejisi oluşturursanız başka bir marka paylaştığında büyük tepki çekebilecek içerikler bile sizin markanızla bağdaştığında hoş hatta komik olarak algılanabilir.
Markalar sosyal medyayı sadece destek/yardım hesapları olarak düşünmemeli. Burası müşterilerinizle birebir etkileşime girip onları marka elçisi yapabilecek kadar kendinizi sevdirebileceğiniz muhteşem bir alan. Ama lütfen, o hesapları yönetirken ucuz iş gücüne kaçmayın. İletişim bir uzmanlık alanıdır. İletişim ekiplerinizin başına günün trendlerini takip eden, gençleri anlayabilen, zihnin kısa yollarına hakim yöneticiler getirin. İşi amcaoğluna bırakıp kriz patlayınca o arkadaştan hesap sormayın!