Bu ülkenin belki de en zor zamanlarıydı 70’ler. Yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında fakirlik, kan ve savaşla kurulmuş bu genç sayılabilecek cumhuriyetin yine fakirlik ve kanla imtihana çekildiği, belki de o cumhuriyetin son gerçek zamanlarıydı. Her ne kadar radyo artık her eve girmiş, musiki ve türküler akşam 7 ajansı ile birlikte sadece ev ahalilerinin değil çay bahçelerinin, kahvehanelerin, berberlerin, bakkalların ve dahi bilumum mekanın yaşamında bir parça idiyse de artık bir rakibi de vardı. Televizyon yavaş yavaş evlere girmeye, binaların çatılarında antenler gözükmeye başlamıştı. Tabii ki o zamanın televizyonu bırakın dijitalleşmeyi, çok kanalı daha renkli bile değildi. Tıpkı bir okulun açılışı gibi İstiklal Marşı ile açılıp İstiklal Marşı ile biter ve en sonunda “Televizyonlarınızı kapatmayı unutmayın” diye bize son öğüdünü de verip yayınını sonlandırırdı.
İşte bu siyah-beyaz, didaktik ekranın bir ciddi bir de eğlenceli kadını ara ara kendilerini gösterirdi. Ciddi kadın zaten bir harika çocuğun bu cumhuriyetin kendisine gösterdiği özel ilgi ve alakaya uygun, bu ilgi ve alakanın karşılığı ülkesine görevini layığı ile yapma çabasındaki bu genç cumhuriyetin ideal vatandaşı, ideal kadınıydı. Siyah beyaz ekranda bir piyanonun önünde kemanını eline alıp gözlerini kapatarak huşu içinde, beyninin kıvrımlarına kazınmış notaları tek tek kemanına aktarıp kemanından duyulan o her notayı tek tek dinleyerek en doğru notayı üretip üretmediğini izleyen, bazen kapattığı gözlerini açıp çıkan notaları ciddi bir ifadeyle çalarken dinleyip memnun kalırsa yeniden gözlerini kapatarak aynı ciddiyetle devam eden o kadın Suna Kan’dı. 70’lerin Türkiye’si, tüm yaşanan zor günlere rağmen insanların ulaşılamaz gördüğü Suna Kan, İdil Biret’in uluslararası ünleri ve dünyada gördükleri taktirden mutlu olunduğu zamanlardı. Yaptıkları şeyin pek ayırdında olmasak da gösterdikleri başarının, örnek oldukları şeyin ve örnek cumhuriyet kadını olmalarının keyfini yaşıyorduk.
Televizyonun eğlenceli kadını ise Nurhan Damcıoğlu’ydu. Siyah beyaz televizyon ekranına aniden düşerek “Yangın vaaarrrr” diye dans ederek kantosunu söylüyordu. Nurhan Damcıoğlu, Suna Kan’ın ciddiyeti ve ideal rol model haline tezat, aslında biraz da “hafifmeşrep” gözüken ama tüm özgüveni ve enerjisi ile sahnede olan cumhuriyet kadınıydı. O da, hafifmeşrep denebilecek olsa da bu topraklarda kanto söylemeye cesaret eden ilk müslüman kadındı. Aslında Osmanlı’nın son döneminin direklerarası zamanındaki bir Ramazan eğlencesi günümüze taşısa, tuluatın döneminde biraz da iç gıcıklatan tarafını bize sunsa da, televizyon sayesinde evlerimize giren müzik ile dansın bir araya gelişi ile 70’lerin o kaosundaki “hafif seksi“, “hafifmeşrep” kadındı Nurhan Damcıoğlu. Daha doğrusu, o kadını çok iyi oynamayı biliyordu. Çünkü bizim biraz “hafif” gördüğümüz o kadın da tıpkı ülkenin ideallerinin kadını Suna Kan gibi çocuk yaşta tiyatroya başlamış, sahnenin tozunu yutmuş, o sahne tozu ile büyüyerek gelişmişti. Öyle ki, sadece bir kantocu değil Dümbüllü’nün elinden eski kantoları alarak arşive kazandıracak kadar bu geleneği yaşatmaya kendini adamıştı.
80’ler, 70’ler dönemini bitirmeye yönelik meşhur darbe ile başlayıp bugünümüzün taşlarını döşemeye başlarken “hafifmeşrep” Nurhan Damcıoğlu’na ekranlar kapatılırken Suna Kan’a da Pazar Konserleri kadar yer bırakılıp istenmeyen bu iki ucun gözlerden uzağa taşınması başladı. Her iki kadın da evlerimizdeki yerlerini yavaş yavaş ama bizim hiç sezmediğimiz bir şekilde yeni idoller ve rol modellere bıraktı. Televizyon ekranlarımız önce renklendi, sonra antenler yavaş yavaş çanaklara dönerken kanallarımız çoğaldı. Renklenen ekran ve çoğalan kanallar ile hayatımıza o kadar çok yeni hayat modeli girdi ki ne Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı’nı istifa ettiren Suna Kan ne Türk tiyatrosunun ilk müzikli tiyatrosu sayılabilecek kantoları yaşatan Nurhan Damcıoğlu yer bulamaz oldu bir rol model olarak hayatımızda.
Bu yazı bir nostalji yazısı değil. Bir anma yazısı da demek çok doğru olmaz. Zira, derdim her iki kadının da bu ülkenin müziği için yaptıklarını anlatmak değil. Dileyen bu bilgileri bir kaç dakikalık internet araması ile zaten bulabilir. Bu aramayı yapanlar Suna Kan’ın nasıl ülkeyi 60’ların ortasından 70’lerin sonuna kadar bir piyano ve kemanı ile köy köy, ilçe ilçe dolaşıp Türk bestecilerinin bestelerini topluma aktardığını, Nurhan Damcıoğlu’nun halen elimizdeki kantoların bir çoğunu sadece seslendiren değil aynı zamanda derleyen insan olduğunu öğrenebilir. Asıl farkında olmadığımız, günlük hay huyumuz içinde farkına varamadığımız şey bu ay içinde kaybettiğimiz bu iki güçlü kadın karakterin boşluklarını geçtiğimiz 40 yıl içerisinde dolduracak hiç bir kadını yetiştirememiş olmamız. Suna Kan’da Nurhan Damcıoğlu’da Türkiye adındaki bu birleştirilmesi ve tamamlanması zor mozaiğin birbirini tamamlayan iki renkli parçasıydı. Her ikisi de bu ülkenin cesaretli kadın rol modelleriydi. Evet, her ikisi de farklı bir hayatın modeli olarak yaşamımızda yer aldı, ama asıl önemlisi bir yerlerde o modellerin var olmuş olmasıydı. Suna Kan uzun süre önce sağlık sebepleri ile kemanının kutusunu kapatmıştı belki ya da Nurhan Damcıoğlu uzundur ortalarda gözükmüyordu ama en azından mozaiğin o parçası yerinden duruyordu. Belki de bu yüzden biz günlük siyasi tartışmalar, iş güç vs. sebeplerle idrak edemesek de her ikisinin de ölümü bu yüzden sadece müzik için değil ülke için de bir dönemin bitişinin göstergesi. Öyle ki, biz bu iki kadının ölümünden hemen sonra müzik yapma saatlerinin kısıtlanmasının kaldırılmasına seviniyoruz. Evet, 70’ler zor ve kaotik yıllardı ama sanırım aynı zamanda bildiğimiz ve kuruluşundan o günlere kadar kör topal da olsa gelebilmiş cumhuriyetin de son yıllarıymış. Bu iki cumhuriyet kadınının ölümü ve bu mozaikten kopan renkleri tamamlayamadığımız sürece de bu kopuşlar ve susuşlar devam edecek. Sahi, biz aday kim olmalıydı filan diye yiyorduk birbirimizi değil mi? Sonuç?