Memleketin ışığa en çok ihtiyacı olduğu şu günlerde bu yazıyı yazmama vesile olan karanlığa lanet olsun diyerek başlamak istiyorum. Yazıda Fizik biliminden faydalanacağımı da önceden belirtmek isterim.
Lise on ya da on birinci sınıflarda derse giriyorum. Hangi yıl tam olarak hatırlamıyorum. Ama 2016’dan önce olduğuna eminim. Dersin son on dakikasını hep serbest zaman olarak bırakırım gençlerle ders yaparken. Bilirim ki onlarla sadece yirmi dakika verimli ve doyumsuz konu işleyebilirsiniz. O yirmi dakika da bize zaten yeter.
Neyse o derslerden birinin son on dakikasında ben öğretmen masasında oturuyor ve önümdeki kitapla ilgileniyorum. Öğrencilerin bazıları kulaklıkla müzik dinliyor, bazıları test çözüyor, bazıları da birbirleriyle sessizce sohbet ediyor. Öndeki çocuklardan biri elindeki kâğıdı dümdüz, hiç katlayıp buruşturmadan önünde, kapının köşesindeki çöpe attı. Kâğıt havada süzüle süzüle sıranın önüne yere düşüyordu ki dikkatimi çekti. Yerimden kalktım. Kâğıdı yerden aldım. Dedim “oğlum, bu kâğıdı böyle dümdüz atarsan” aynı onun attığı gibi attım. “Böyle çöpe değil yere düşer.” Kâğıt aynen çöpe değil yere düştü. “Çünkü kâğıdın yüzeyi havayla sürtünmeye girer ve hızını alamadığı için yere düşer.” Kâğıdı tekrar yerden aldım. Bu sırada bütün sınıf bizi dinliyor. “Ama bu kâğıdı buruşturup, hacmini küçültürsen havayla sürtünmesini azaltırsın.” Kâğıdı buruşturup top haline getirdim. “Böylece hacmini küçültüp, hava molekülleriyle temasını azalttığın için ivme kazanır.” Top halindeki kâğıdı uzak bir mesafeden çöpe attım. “Kâğıt önüne düşmez, çöpe girer.” Top halindeki kâğıt çöpe düştü…
Sınıfta üç-beş saniyelik bir sessizlikten sonra alkışlarla masaya oturdum. Öğrencilerden biri “Vay be! Tarih hocasından Fizik dersleri” dedi. Dedim “Siz sanıyorsunuz ki bilimler birbirinden bağımsız. Fizik dersi hayatta ne işimize yarayacak? Buyrun işte! İyi bir tarihçi olabilmek, hayatımızı kolaylaştırmak için bütün bilimlerden haberimiz olması gerek.”
Evet, sanıyoruz ki toplumsal olaylar fizik kurallarıyla açıklanamaz. Oysa tüm hareketlerimiz, bilincimiz doğanın kanunlarının bize yansımasından ibarettir. Biz her şeyi doğadan öğrendik. Doğaya bakarak yapıyoruz. Kullandığımız tüm eşyalar, yollar, binalar, telefonlar, bilgisayarlar, uçaklar, helikopterler, her şey ama her şey doğanın taklididir. Tabii ki toplumsal olaylar da…
“Karanlık diye bir şey yoktur, karanlık ışığın yokluğudur” diyor Einstein. Tüm bunları görebilmek için ışığa ihtiyacımız var. Karanlıkta göremez, göremezsek bilemeyiz. Öyleyse önce ışığa bakalım. “Işık; foton denilen kütlesiz (ağırlıksız değil, kütlesiz) ve yüksüz atom-altı parçacıklardan oluşur. Tüm parçacıklar gibi fotonlar da dalga özelliği gösterirler. Yani bir dalga boyları ve bir frekansları vardır. Işık ışınları da fotonların ilerlerken aldıkları yoldur.” Işığın en genel ve basit tanımı bu. Ama ışıkla ilgili o kadar bilgi var ki çok deşersek işin içinden çıkamayız. Bu toplumun bir bireyi olarak ışıkla ilgileniyorum. Dedim ya yaptığımız her şey doğanın bizdeki yansıması. Bugün memleketi anlatırken doğadan ve fizik biliminin içinden geçeceğim. Nerede ışık var nerede yok bakacağım.
“Işık kaynakları olmadan ışık da olamaz ve ışık kaynakları bize kendiliklerinden gözükürler. Onun için fizik dilinde ışık kaynağı denir. Onlardan kaynaklanan ışığın aracılığıyla gördüğümüz cisimlere de karanlık cisimler adını veririz. Karanlık cisimler, ışık kaynağından çıkan ışınların yansıması sonucu bize gözükür. Işık kaynağı ile karanlık cisimlerin arasına koyduğumuz cam, su gibi cisimler, bu karanlık cisimleri görmemizi engellemez.” 6 Şubat 2024 günü Hatay’da ışığın kaynağını gördük. O kaynak halktı. O kaynaktan beslenen yüzlerce ışık korkmadan, sinmeden yüksek sesle karanlık cisimlere ışık tutarak onları tüm ülkenin görmesini sağladılar. Bu ışık insanlardan biri Gökhan Zan’dı mesela. Gökhan gibi binlerce ışık insanı göçük altında karanlıkta kalmış “sesimi duyan var mı” diye bağırarak, yardım isteyerek ölenlerimizi açığa çıkardılar. Işığa “provokatör” diyenleri, “dualardan rahatsız mı oldunuz” diyerek karanlıktan seslenenleri gösterdiler. Hatay’da, Adıyaman’da, Malatya’da hiçbir şey karanlıkta kalmayacak bundan sonra.
“Yansıma ışığın bir yüzeye çarptıktan sonra geri dönmesidir. Her cisim ışığı yansıtır ve biz yansıyan ışıklar sayesinde cisimleri görürüz. Işığı en çok yansıtan cisimler ise aynalardır.”Bak şu bilimin güzelliğine… Demek yansımalardan o karanlık cisimleri görebiliyoruz. E ayna tutmak terimi de buradan geliyor herhalde. “Asrın felaketi” diyerek depremde kaybedilen canların sorumluluğunu üstlerinden atmayı planlayanlar, aynalarımız yani o ışığı bize ileten aynalar, gazeteciler, muhabirler sayesinde, ışığımız olmasa demek hepimizi göremez yapacaklar.
“Işık, dalga boyuna göre göze farklı renklerde gözükür. Temel ışık renkleri, kırmızı, yeşil ve mavidir. Diğer renkler bu üç rengin karışımıyla elde edilir. Üç rengin birlikte varlığı beyazı oluşturur. Hiçbir ışığın olmaması durumundaysa siyah oluşur.”Demek ana renklerimiz bir araya geldiğinde ortaya beyaz çıkıyor. Aydınlığın rengi değil mi beyaz? Fenerbahçe taraftarları Gaziantep’te tribünlerden sahaya karanfiller atıyor “sesimizi duyan var mı” anonsunu yapıyor ve dünya aydınlanıyor. Orada, yüksekte oturup halkı susturmaya, sindirmeye çalışanların yüreklerinde hiç ışık yok ki sesimize kulaklarını tıkıyor, karanlıkta duruyorlar.
“Kırılma ışığın bir ortamdan başka bir ortama geçerken yönünün değişmesidir.”1999 Marmara Depremi halkta nasıl bir kırılma noktası oluşturmuş ve halk yönünü değiştirme ihtiyacı duymuşsa bugün Kahramanmaraş merkezli 2023 depremi de halkın kırılma noktası olmuştur. Hatırlayın, deprem sonrası halkın değişim ihtiyacını kullanan şimdiki iktidar, demokrasi, askeri vesayetten kurtulma, özgürlükler gibi söylemler üzerinden halkı ikna etmiş, seçilmiş ve yerini sağlama aldığını düşündüğü andan itibaren de asıl hedefine ulaşmak için halk düşmanlığında hiçbir beis görmemişti. 6 Şubat depremi de kırılma noktası olacak ve halk başka bir ortama ihtiyaç duyarak yönünü değiştirecektir. Bu doğanın kanununudur. Kaçınılmazdır. Bu kadar baskı, sindirme, yalan-dolan işte bu yönünü değiştirmeyi, kırılmayı engellemeye dönüktür.
“Kutuplanma, elektrik alan ve manyetik alandan oluşan ışığın pek çok düzlemde ilerleyen elektrik alanının tek bir düzlemle sınırlandırılmasıdır.” Biz buna kutuplaştırma diyelim mi? Eğer “muktedirler” halkın içinde bir ışık görür ve bu ışığın karanlıklarına izin vermeyeceğini bilirlerse halkı ilerici ve gerici olarak tek tek düzlemlerinde sınırlandırırlar. Sınırlarınızdan çıkmanıza izin vermediklerinde ışık kaynağınızı kaybedecek olursanız kutuplaşmış olursunuz. İktidarı ve ona oy verenleri aynı kefeye koyarak kutuplaşmaya siz de hizmet etmiş olursunuz. Oysa ihtiyacımız olan güneşi yani ışık kaynağını yani halkı görüp ondan aldığınız ışıkla kutuplaşmanın dışına çıkmak, örgütlü karanlıklar dışında herkesi kucaklayabilmektir. Çünkü “Güneş ışığı tüm renklerin birleşiminden oluşur. Bu ışık, bir prizmadan geçirildiğinde her renk farklı miktarlarda kırılır ve ortaya gökkuşağı gibi bir tayf çıkar.” Gökkuşağı olmamıza izin verin.
Ampul var bir de ışık konusunun içinde. Güneşin ışık vermesi mantığı ile yapılmış ampul. Bir cam fanusun içinde Tungsten diye bir madde var. Elektrik bu maddeye kuvvet uyguluyor, madde kuvvete direniyor, direnirken ısı yaymaya başlıyor, maddeyi oluşturan elektronlar yeterli enerjiye sahip olduklarında yörüngelerinden kopuyor, ortaya çıkan bu enerji boşalmasına ışık deniyor. Tungsten’in kaynama noktası çok yüksek olduğu için erimeden ışık veriyor ampul. Eğer ampulün içindeki Tungsten değil de yobaz bir madde ise ışık filan vermiyor, ampul görüntüsünde karanlığa vesile oluyor işte…
Işıkla ilgili her algılamamız gözümüzle ilgili. Aslında gözümüzde beynimizle yani aklımızla ilgili… Bir şeyi görmemiz için ışık gerek ama o ışığın da gözümüzde algılanması gerekli. Renkleri de böyle algılıyoruz. Işık nesneye, nesneden yansıyan ışık göze, göz beyne sinyal veriyor. Fakat bazen renkleri sıcak, soğuk renk, ağır renk, tahrik edici renk, yumuşak renk filan diye tanımlayabiliyoruz. Demek ki herkes üzerinde ışığın da renklerin de farklı etkisi var. Bunun nedeni de beynin algılayışıdır. Kültür, dil, cinsiyet, yaş, coğrafya bunda etkilidir. Şunu anlatmak istiyorum; Yani güneş ışığı var diye aydınlıkta olduğunu düşünen birinin ışığı herkes gibi algıladığını düşünebilir miyiz? Ya da ışığı algılamayan biri, yani gözleri görmeyen biri hiç ışık görmüyor diyebilir miyiz? Işık olmak, ışığı görmek, aydınlanmak biraz da akılla, bilgiyle bilinçle ilgili değil mi? “1600’lü yıllarda Avrupa’da ışık ışınlarının gözümüzden çıkıp diğer cisimlere çarpıp geri geldiğine ve böylece görebildiğimize inanılırdı.” Bu cehaletten çıkışın kaynağı yine bir ışık olan bilim insanları değil mi? Gerçek ışık kaynağı da bilim değil mi?
Fotonlar var bir de… “Fotonlar, kaynaklarından çıktıktan sonra eğer önlerinde hiçbir engel yoksa düz doğrultuda ve hiç sapmadan yayılırlar.” Özetle, bu yazıda anlatmak istediğim de budur; Ben diyorum ki yaşamı sevmekte ve sevdiğin hayatı yaşamakta; gerçeği görmekte ve göstermekte; ülkeni sevmekte ve yaşanılacak bir ülke yaratmakta foton ol ama engelleri gördüğünde fotonlar seni kıskansın.
*Bu yazıda Wikipedia’nın “Işık” maddesi ışık olmuştur.