“karanlığı görünür kılan bir renktir mavi,
öyle bilirim..
sürükleyendir, bitmeyendir…
mavi olarak anlatmalıyım her şeyi…
kaldırın başınızı gökyüzüne,
görmek istediğinizi değil gördüğünüzü söyleyin bana!
yaşamın ta kendisidir mavi..”
*Edip Cansever
Gökyüzünün mavisi ne kadar da güzeldi. Bulutlara dokunabilseydim keşke. Yumuşacık görünüyorlardı. Elimi uzatsam parmaklarımın arasında dağılacak kadar yakın, annemin demlediği çayın buğusu kadar uzak. Yere serdiğimiz battaniyeye sırt üstü uzanmış, avlu duvarlarının çerçevelediği gökyüzünü izliyorduk. Bir yanımda Nazan diğer yanımda Acun hoca.
Tutuklanalı bir ay olmamıştı henüz. 2020’nin Ağustos-Temmuz ayları. Hava sıcak. Covid salgını en hızlı dönemlerinde. Tutuklananlar bir ay süreyle karantina adı altında ayrı yerlerde tutuluyordu. Testlerin negatif olması halinde koğuşlara geçiş yapılabiliyordu. Biz de karantina sürecini Sincan L Tipi Hapishanesi’nde geçiriyorduk. Buradan sonra başımıza ne geleceğinden habersiz günlük rutinler oluşturmuştuk bile. Spor, temizlik, gazete okumaları gibi. Henüz kitabımız yoktu. Televizyonumuz da yoktu. Dünya ile tek bağımız koğuşlardaki merkezi sistem radyolardı. Duvar içine yerleştirilmiş bu radyolarda sadece birkaç frekans ayarlanmıştı. Tahmin etmesi çok zor olmayacağı gibi hepsi de idarenin tercihleriydi. Arada bir türküye denk gelsek heyecanla sesini açtığımızı hatırlıyorum.
Avlunun zemini beton. Bir tane battaniye serebilmişiz. O da geldiğimizde yerde olduğu için kirlenir mi endişesi taşımıyoruz. Beton sırtımıza batıyor ama olsun. Çünkü gökyüzü çok güzel. Sırt ağrısına değecek kadar güzel. Sanki pamuktan bulutlar üstünde uzanıyoruz. Pırıl pırıl bir mavilik içindeyiz. Kuşlar da geçiyor tepemizden. Kim bilir nereye gidiyorlar? Onlar özgür, biz ise tutsak. Ne garip.
Gözlerim kapanmış bir ara. Gözaltı arabasındayım. Acı bir çığlık kulaklarıma çarpıyor. Nazan’ın yüzünde kan. Sol gözünün altından akıyor. Deliye dönmüşüm. Bağırıp duruyorum aracı kullanan polislere. Bir an önce hastaneye varmak zorundayız. Nazan’ın canının çok yandığı belli. Lanet olası yol da bir türlü bitmek bilmiyor. İşimizi geri istiyoruz talebiyle her gün iki kez basın açıklaması yapılan Yüksel Direnişi’nde o gün biz gözaltına alınmıştık. Önce araca beni atmışlardı. Yerden kalkıp toparlanana kadar Nazan’da içerdeydi. Çığlığı ile sarsılmıştı sanki aracın içi. Elmacık kemiğinin üzerindeki kan artıyor gibiydi. Ya gözüne bir şey olduysa? Ya görme duyusunu kaybederse? Gencecik kadın. Endişeden yerimde duramıyordum. Oysa o güne kadar hiç gökyüzüne doyasıya bakmamıştık birlikte. Şöyle dertsiz tasasız, sadece maviliğe doyasıya…
Ne kadar sonsuz bir şeydi bu. Sonsuzluk kavramını hiç algılamamışım meğer. Ne ucu var ne bucağı. Çay getirmiş Acun hocam. Kokusu tüm havalandırmaya doldu. Nazan’da “komünü patlatmış” yani özel günler için aldığımız çikolata ve bisküvilerden getirmiş. Hapishane avlusunda piknik yapıyoruz. Üstümüzde gökyüzü, karşımızda deniz. Biz öyle düşlüyoruz bir an için. Deniz üstü köpürür, hey canım rinna nay rinna rinna nay, kayığa da binsem götürür, hey canım heyy…Nazan başlıyor, sonra hep bir ağızdan söylüyoruz; benim de şu cihandan gidişim, hey canım rinna nay rinna rinna nay, memleket sevdasından, heyy canım heyy..
Hep mi böyleydi bu şarkı yoksa dostların sesinden bugün bir başka mı güzel? Karar veremiyorum. Bindik bir kayığa, süzülüyoruz dalgaların arasından. Hayalimizdeki kıyıya varana kadar gökyüzüne çeviriyorum başımı yeniden. Güneş çekiliyor yavaş yavaş. Mavilik yerini kızıllara, morlara, sarılara bırakıyor. Kuşlar da yuvalarına gitmiş olmalı.
Demir kapıların kilit sesi geliyor koridordan. Havalandırmalar kapatılıyor. Giriyoruz içeri. Sayımdan sonra mektuplara dalar gideriz her akşam olduğu gibi. Pencereden bakıyorum, dolunay sanki avlunun içine doğmuş bu gece. Yıldızlar ışıl ışıl, kıpır kıpır. Hayat sokaklarda akıyordur şimdi ırmaklar misali. Çoşkun ve gürültülü. Burası ise dingin ve sessiz.
“İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.“
Orhan Veli Kanık
Sabah kahvaltısında koğuş kapısı açılıyor birden. Karantinamız bitmiş, Sincan Kadın Hapishanesi’ne götürülecekmişiz, hazırlanmalıymışız, araçlar bekliyormuş, miş, mış, müş ekleriyle bitiyor tüm cümleler. İki ayağımız bir pabuçta, toparlanıyoruz. Poşet poşet eşyalarla kapının önündeyiz. Koridorların içinden geçip çıkış kapısına ulaşıyoruz. Gökyüzüyle selamlaşıyoruz gizliden.
Kapıda bir hengame. Bizden başka getirilenler de var. Karantina süresi dolanı gönderiyorlar buradan herhalde. Aynı dosyadan birlikte tutuklandığımız arkadaşlar da burada. Mehmet, Mahmut abi, Armağan abi. Sesleniyorlar. Hepsini ayrı ayrı hapishanelere götüreceklermiş. Bize Sincan Kadın Kapalı denilmişti. Uzaktan da olsa vedalaşıyoruz.
Yola çıkma sıramız gelmişti. Gardiyanlar bizim araçta yer kalmadığını, Nazan’ı başka araçla getireceklerini söylediklerinde şaşırsak da aklımıza başka bir şey gelmedi. Yalan mı söyleyeceklerdi? Eşyalarınızı paylaşın, bagaj doldu dediklerinde aynı yere gitmiyor muyuz sorusu ilk kez düştü aklımıza. Aynı yere gittiğimizi ama araç kalabalık diye Nazan’ın arkamızdan geleceğini, merak etmememizi söylediler. İçimize kuşku düşse de kalabalık bir nakil günü olduğundan inanıyoruz. Zaten birazdan birlikteyiz diyerek taşıyabileceğimiz kadar eşyayı paylaşıp biniyoruz ring araçlarına.
Ringin penceresi minicik. Bakmak için ayağa kalkmak gerekiyordu. Ayağa kalkınca da kambur durmak gerekiyordu. Gökyüzünü görmenin bedelini böyle “uygun görmüş” olmalıydılar. Oturduğunda dizlerin öndeki demirden duvara değiyordu. Ayaklarını uzatmak ise imkansız. On dakika sonra bitecek bu işkence diye düşünüp o küçücük pencereye uzandım. Gökyüzü bizi hiç yalnız bırakmıyordu. Tepemizde mavi bir örtü. Ağaçlar, binalar arasından geçip gidiyoruz. Bir de ne göreyim? Araç kampüs dışına çıkıyor. Nazan? Hani aynı yere gidiyorduk? Hani araçta yer olmadığındandı? Sabahtan beri niye böyle bir oyuna tevessül etmişlerdi? Sarılıp vedalaşamayalım diye mi? Gökyüzünün mavisini bile çok görenler dostça bir vedayı engellemeyi kar mı görmüştü?
Ankara’dan da çıkmıştı araç. Başka bir ile götürüldüğümüz kesindi ama sorularımız cevapsız kalıyordu. Ne sorsak biz de bilmiyoruz diyorlardı. Taban alanı bir metrekareden küçük, havasız, toz kokan bir demir yığınının içinde öfkeden duramıyordum. Ellerimizde kelepçe. Acun hocanın astımı var. Omurilik hastalıkları da cabası. Nasıl dayanacak bu yolculuğa? Nereye gittiğimiz belli değil. Ne kadar süreceği belli değil. Aynı yere götürülüp götürülmediğimiz belli değil.
En iyisi göğe bakmaktı. Turgut Uyar dizelerindeki gibi “Durma, göğe bakalım. “En iyi gelecek şey maviydi o an. Maviydi mutfaktaki ocağın alevi. Maviydi her sabah bahçeye gelen saksağanların tüyleri. Götürüldüğümüz yer neresi olursa olsun gökyüzü hep mavi kalacaktı. Buluşacağımız gün ne vakit olursa olsun gökyüzü yine böyle mavi olacaktı. Kavuşacağımız güne kadar dünya kendi etrafında dönmeye devam edecekti.
Yazarın Notu; Nazan Bozkurt sol elmacık kemiğindeki kırık nedeniyle operasyon geçirdi ve göz kemiğine platin takıldı. Görme kaybı tehlikesi yaratan işkenceye dair yapılan suç duyurularına takipsizlik kararı verildi. AYM ise “eziyet” olarak değerlendirerek yeniden yargılama yapılmasına hükmetti. Asliye Ceza Mahkemesi’nde halen yargılama süreci devam etmektedir.