Dışavurumcu Sinema, ilk dünya savaşının tüm travmatik izlerini ve savaş sonrası derin kaygıya gömülmüş savaş mağlubu Almanya’nın içine girdiği sosyo-ekonomik çöküşü anlamak için bize ciddi bir dokümantasyon sunar. Hem Ulus Baker’i hem de Deleuze’ü burada bir kez daha anarak belirtelim ki sinema; sosyolojiye en yakın sanat alanıdır. Sinemanın kendini ortaya koyduğu ilk endüstriyel eğlence günlerinden beri sinemanın her zaman bir belgeleme amacı olmuştur. Dışavurumcu Sinema ve savaş sonrası Almanya’nın kurduğu semiyolojik bağı, Amerikanlar da İkinci Dünya Savaşı öncesi Western janrı ile kurdular.
1930’larda dünyayı çıkmaza sokan büyük ekonomik buhrandan en çok payını alan ülkelerden biri Amerika’ydı öyle ki Birinci Dünya Savaşı’nın sosyo-ekonomik rövanşını alan Buhran, o döneme kadar uygarlığın karşılaştığı en büyük lanetlerden biri olarak görülüyordu. Buhranın ne denli korkunç bir yıkım yarattığını Papa XI. Pius’un o tarihi sözü açıkça anlatıyor: “Buhran, Tufan’dan bu yana insanın başına gelen en büyük felaketti”. Evet 1930’larda Şeytan yeryüzünde cirit atıyordu ve büyük bir salgın gibi kriz tüm coğrafyalara bulaşmıştı. 1930’lar tam da bu noktada Amerikan popüler kültürünün politik normunun temellerinin atılması adına çok önemli bir dönem. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nın bize öğrettiği en tehlikeli şeylerden biri propagandaydı ve bunun medya aracılığı ile nasıl hızlıca yayılan ideolojik bir zehre dönüşebildiğiydi.
Amerikan çizgi romanının en eski ve en etkin figürü olan Superman bize Büyük Buhran’ın bir armağanıydı, Amerikan bayrağı renklerine bürünmüş ve dünya dışından gelen bir kurtarıcının Amerikan halkını arındırması, tipik Amerikan patriyotizmi ile yoğrulmuş yeni bir mesih mitinin kuruluşuydu. İsa’nın bütün eskatolojik işlevi artık Amerikan bayraklarına sarılı gökten inen bir meta-insana devredilmişti. Öte yandan yine 30’lar, Amerikan milli tarihinin en çok gerçek “kahramanını” üretmiş Vahşi Batı anlatısının bir uzam olarak kurgulanıp, Amerikan milliyetçiliğinin uyandırılışı için kullanılacak yeni bir alan olarak kendini gösteriyordu. John Wayne ve Western ikonlarının yaratılışı da bize Büyük Buhran’ın başka bir armağanıdır.
Kulağa ilk etapta fazlaca determinist gelebilir ancak hem John Wayne hem de Clark Kent, 2. Dünya Savaşı için Amerikan milliyetçilik zeminini oturtmuş, atılacak milli birlik ve beraberlik naralarının en temel mayasını oluşturmuşlardı.
Temelini Garibaldi Tugayları’nın oluşturduğu İtalyan Direniş Hareketi partizanları, 2. Dünya Savaşı’nın son evresinde Müttefik Birlikleri ile ortak bir hedefe kilitlenmişlerdi; Naziler. Daha sonra Normandiya Çıkarması hamlesine girişecek Müttefik Birlikleri 1944 yılında Roma’da tıkanana dek, İtalya hattını epey zorlamıştı. Bu süreç İtalyanlar ve Amerikanlar arasında da bir yakınlaşmanın ve daha sonraki yıllarda dünya popüler kültür tarihini etkileyecek bir takım kültürel takasların ve melez çıktıların da başlangıcı oldu.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Müttefik askerlerinin sert espressoyu içemeyip, sıcak su ile sulandırması ve İtalyanların da bu durumla alay edişi bugün milyon dolarlık bir kahve sektörünün lokomotifi olan Americano’yu doğurdu. Kuvvetle muhtemel Americano alayının rövanşını 1960’larda Amerikalı sinema eleştirmenleri de İtalyan stili ucuz western yapımlarını Spagetti Western olarak tanımlayarak alacaktı. Americano’nun dünya genelindeki küresel gücünün bir benzerini de Spagetti Western filmleri yaratmıştı.
Amerikan jönlerinin ortalığı kasıp kavurduğu, Kızılderililerin lanetli ötekiler olarak kutsal düşman ilan edildiği, sterilize Amerikan westernlerinin, tüm rafine adaleti dağıtıcısı-iyi-beyaz adam mitini yüceltmesine karşın İtalyan Westernleri bize kirli, kötü, ahlaksız ve eli kanlı yeni bir gerçeklik kuracaktı. Öyle ki Amerikan Westernleri için Kızılderililer hem ehlileştirilecek (ya da yok edilecek) birer yabaniyken hem de yardım elinin esirgemediği otantik birer mağdurdur. 1950’lerin Amerikan TV yıldızı Yalnız Kovboy (The Lone Ranger)’in yanında ona eşlik eden ama ahmaklıkları ile bir eğlence aracı olan Kızılderili Tonto, beyaz adam mitinin bilinçdışının tipik bir örneğidir. Tonto, yerli dilinde “vahşi olan” anlamındadır. Öte yandan tonto, Latince “tontos” kelimesinden İspanyolca’ya tonto olarak geçmiş olan “aptal” ve “cahil” anlamlarına da gelmektedir.
Amerikan Westernleri’nin milli bir tarih kurma ideolojisinin tersine tuhaf bir şekilde, İtalyan Spagetti Westernleri bambaşka bir ideolojik okumanın biçimlerini sunuyordu. Amerikan Westerni ile parlatılan yeni Beyaz Adam Miti’ni çökerten yeni bir okuma biçimi. Kahraman şeriflerin etnosentrik normu kurduğu tip olan “kovboy”, İtalyan Westernleri ile birlikte tekinsiz, aç gözlü, katil, üç kağıtçı kirli bir antagoniste dönüşüyordu. Marx’ın antagonist tanımının çıkışına da uygun bir örnek bu dönüşüm, Beyaz Adam Miti kendi eliyle kendini tehdit edecek ötekilerini Kızılderililerden değil, kendi beyaz kovboyları arasından yaratıyordu. Her iki Western türünün en belirgin ayrımı kesinlikle burada yatıyor. Amerikan Westernleri’nin aksine İtalyan Westernleri’nde Kızılderililer yok denecek kadar azdır, öyküde düşman ya da mağdur olarak görünmezler. Hatta öyle ki Kızılderili’nin düşman ya da mağdurluk halini artık bizzat beyaz kovboylar almıştır. Spagetti Westernleri’nin hemen hepsinde adaleti dağıtan da kötülüğü temsil eden de beyaz adamın kendisidir artık.
40’ların sonu ve 50’lerde Hollywood etkisi ile Avrupa’da bir dizi Western filmi çekildi ancak Spagetti Western akımını şüphesiz doğuracak olan Sergio Leone’nin peşi sıra çekeceği Dolar Üçlemesidir; A Fistful of Dollars (1964), For a Few Dollars More (1965) ve The Good, the Bad and the Ugly (1966). Her ne kadar art-houseçular Corbucci’nin Django’sunu ayrı bir yerde tutsalar da (Tarantino’nun 2012 tekrar çevriminde beyaz kahraman Django, Afro-Amerikan bir kahramana dönüşmüştür), Spagetti Western’in kodlarını kuran şüphesiz ki Leone’dir.
Stil ve içerik açısından değerlendirilecek olursa; İtalyan Western janrının barındırdığı nevi şahsına münhasır bir takım kodlar vardır; ilki Clint Eastwood, Yul Brynner ve Charles Bronson gibi o dönem henüz dev olmasalar da Amerika’da hatırı sayılır şöhretleri olan bu aktörülerin, İtalyan Westernleri’nin baş rollerinde olmalarıdır. Bu aktörlerin en büyük ortaklığı tipik Amerikan Jön tarifinin aksine çirkin bile sayılabilecek sıradan yüzler olmalarıdır. James Stewart, Henry Fonda, Gary Cooper, Gregory Peck, Burt Lancaster gibi “bebek yüzlü” Amerikan kovboyları düşünüldüğünde Spaghetti Western yıldızları ancak Amerikan Westernleri’nin kötü adamlarını canlandırabilirdi. Hatta bu aktörlere ek olarak 2. Dünya Savaşı veteranı, denizaltı askeri Lee Van Cleef’ten karizmatik bir sinema efsanesi yaratılmıştır; İyi, Kötü ve Çirkin’in “Kötüsü” namı- diğer Melek Göz ve tabii ki köstekli saati, piposu ve fildişi derringer tabancası ile adaleti dağıtan anti-kahraman Sabata.
Spaghetti Western’in bir diğer önemli kodu ise 2. Dünya Savaşı ertesi Japonya’da hikaye anlatıcılığı ve sinemayı bambaşka bir seviyeye taşıyan Akira Kurosawa’nın tarih-intikam öyküsü formülünü etkin bir şekilde referans olarak kullanmasıdır. Bu filmler üzerinde özellikle Seven Samurai (1954) ve Yojimbo’nun (1961) etkisi büyüktür. Buna ilaveten yaratılan bu alternatif western evreni kurgusuna Zapata ve Meksika Devrimi’nin sızmış etkileri de azımsanamaz.
Öte yandan İtalyan Spagettileri’ni değerli ve eşsiz kılan niteliklerden biri de Ennio Mooricone, Bruno Nicolai, Marcello Giombini, Luis Bacalov gibi orkestra şefleri ve bestecilerin ortaya koyacakları eşsiz film müzikleridir. 60’larda Amerika’da patlayan hippi rockına, İngiltere’den gelen Space Rock ve Almanya’dan gelen Krautrock takviyesi ile çılgın bir furyaya dönüşecek saykodelik çağa İtalyanların katkısı da bu eşsiz soundtracklerle olmuştur. Kaldı ki bu önemli besteciler, 60’larda başka bir fenomen doğuran İtalyan korku janrı Giallo filmlerinin müziklerini de yarattılar. Sonuç olarak da 60’lar saykodelik müzik yükselişine sıra dışı bir katkıyı İtalyan Spagetti Western ve Giallo müzikleri yaptı.
Aslında bu metin daha geniş bir incelemenin özeti, metnin geniş halini ileride paylaşmak üzere burada virgülü koyup şimdilik duralım…