Aşk imali ya da ihmali…

0
308

Dikkat! Bu yazı bir parça iç dökmesi, bir parça söylenme ve söyleşme içerir. “Düğün değil, seyran değil, eh 14 Şubat değil nereden çıktı bu aşk yazısı” diyecek okuyucuya şimdiden selam ederim. Sen de haklısın ve bu yazıyı hiç görmemiş gibi yapabilirsin.

“Kim demiş aşk imal edilmez diye” diyor Selahattin Demirtaş Efsun’da. Daha doğrusu bu sözleri iki genci bir araya getirmeye ve aşık etmeye çalışan biraz deli, az buçuk romantik ve ziyadesiyle ergen Kenan’a söyletiyor. Ne güzel ve doğru bir söz.  Fakat küçük bir itirazım da yok değil; aşk imal edilir fakat ihmal edilemez. İmal edilince yeşerir fakat ihmal edilince ölür…

Evet yirmi birinci yüzyıl da dahil bütün çağlarda aşk imal edilebilen bir şeydir. Misal arkadaşlarınız biriyle sizi yanyana gördüğünde “ne kadar da yakıştınız” der. Fakat bunu söylemeden önce o yakışanın ne iş yaptığını mutlaka sorar. Davulun dengi de bu yüzyıl dahil tüm yüzyıllarda değişmez. Aşk insanın kendine yakışanı mı sevmesidir, yoksa kendini şaşırtanı mı?

Aynı kelimelerle başka başka insanları ‘çok’ sevenlerimiz var. Aynı kelimelerle başka başka insanlara “ben ilişki insanı değilim” diyenlerimiz de var. Aradığı o heyecan her ne ve nerede ise bir türlü bulmayanlarımız. Ne istediğini bildiğini sanıp kendi ruhundan haberi olmayanlarımız. Kendi aynasına bakmak yerine başkasının aynasıyla bakanlarımız. Skor peşinde koşanlarımız.  Hayatının aşkını, ruh eşini arayanlarımız ( Ya dünyanın öteki ucundaysa?) “İnsan hayatta bir kez aşık olur” deyip gönül kapısını kapatanlarımız. Ve bir de benim gibi ne olduğu belirsiz olanlarımız… (Yazıyı ben yazdığıma göre elbette ki kendimi kayıracak ve en masumunuz ben olacağım)

Issız adam kadar ıssız kadınların olduğu bir çağda yaşıyoruz. Kadınların erkeklerden farkı av- avcılık döneminin çok eskide kaldığının bilincinde olup kaçanı kovalamakla enerji harcamak yerine kaçmayana şans vermeleri. (Yazıyı ben yazdığıma göre elbette kadınları da kayıracağım.)

Aşk imal edilir…  Çünkü hayat hep “iki” olmak üzerine kurulu, hep birinin sıcaklığını, nefesini, sesini duymak üzerine kurguludur. İlk merak, ilk heyecan şahanedir. Beğenilme hazzı, beğendirme yarışı… Dünya üzerinde milyonlarca insan aynı şarkıyı sever ya sen “o seviyor” diye kıvanırsın. Milyonlarca insan o filmi beğenmemiştir ama sen “o da beğenmedi” diye heyecanlanırsın. Ayrılıkları, aykırılıkları değil aynılıkları bulup çıkarırsın. Ve ilk zamanlardaki bu maharet gerçekten kıymetli bir çabadır. Fakat kısa sürer.  Birinden hoşlanma ya da aşık olma sebebiniz ile ondan uzaklaşma sebebiniz genellikle aynıdır. Yakışıklı ya da çekici bulduğunuz birinin bu özelliğinin daha sonra bela olduğunu düşünürsünüz. Önceleri “karizma” dediğiniz şeye sonradan “kibir” dersiniz. Rahatlığına bayıldığınız insana “gevşek” adını koyarsınız. Konuşkanlığına önce “belagat” deyip yolun sonunda gevezeye bağlarsınız. Belki hepsi de doğrudur. Ama asıl mesele sizin bakışlarınızın, gördüklerinizin neden ve nasıl değiştiğidir.

Hep aramakta mahirdir insan canlısı. Bulduğu ile yetinmez. Bakınır, merak eder, kurcalar… Bildiğini, anladığını, çözdüğünü sandığından sıkılır…  İlk zamanlardaki merak didiklemeye dönüştüğünde diklenmeye başlarız.  Bu yüzden imal ederken ihmal ederiz.  İhmal ederiz, çünkü gördüğümüz o ilginin gereğini yerine getirmek bir hayli çaba gerektirir. İlgi görmek konforludur ama ilgi göstermek zahmetlidir. Kendi varlığımızdan, yaşam tarzımızdan, alışkanlıklarımızdan az biraz fedakârlık, imal edilebilen şeyi ihmal etmememizi sağlar. Nabzımız tam hızla atmaya başlamışken mantık soldan soldan gelir. Kendimizi akışa bırakmak, yaşamak yerine “şimdi biz neyiz” sorusuyla başlayan ilişki kısa zamanda çelişkiye dönüşüverir. İşkillenen ilişki heder olup gider.  Bir de her ilişkinin hüsran ile biteceğine dair tecrübeyle sabit kodlarımız var ki “bitecek” diye başlayan bir ilişkiyi Eros gelse kurtaramaz. 

Üzüleceğimize, incineceğimize dair kesin inancımız hep cebimizde. Bir ayağımız hep kapıda, kalbimiz hep tetikte. Hem öğretilenlerle hem de kendi öğrendiklerimizle korkabileceğimiz binlerce şey olmasına rağmen nedense en çok sevmekten korkuyoruz.

Bizi hiç üzmeyecek, yaralarımızı kanatmayacak biri olabilir mi? Belki… Olmalı mı? Bilmiyorum. Ne olur peki? Yani üzülsek, incinsek, canımız yansa, hayal kırıklığına uğrasak ne olur? Başka yaralarımız da var, hani izlerini kapatmaya çalıştığımız. Hayal kırıklıklarımız var, üzerine derme çatma hayat kurduğumuz… Bir yara daha alsak, bir hayal kırıklığımız daha eklense üzerine ne olur? Aşkı ihmal etmek yerine biraz itibar etsek, inşa etmeye azıcık çaba göstersek şairin dediği gibi dünyanın yaptıklarına yakışıklı bir cevap vermiş olmaz mıyız? Aşkın da bir bedeli var illaki; bu bedel galiba içtenliğimiz, cesaretimiz, başkasını düşünebilme kabiliyetimiz.  Yani kırılmayı, sarsılmayı göze alıp, biraz öte yana kayıp, bir kalbe sığışmayı öğrenebilme azmimiz. Bazen bütün bunları yapmanıza değecek insan karşınıza çıkmayabilir. Bazen farkına bile varmayabiliriz, bazen de olmaz. “Hayat” der geçeriz. Lakin ihtimaller de güzeldir…

Her zaman bir “belki” bir “kim bilir” vardır, “keşke” ise daha fenadır… Belki de bir kelebeğin ömrü kadardır aşk dediğimiz şey. Nihayetinde bir gün bitiverir fakat uçmak yine de şahanedir.

Kanatlarınızdan öperim…

Kargo: Buraya bir şarkı bırakıyorum Daniska & Hüsnü Arkan’dan, Şimdi Gel de Aşka İnanma. Hayatın zalim telaşının son bulmasını isteyen şarkı “Unuttum adımı sorma /Yetiş mehtap oyalanma /Sen geldin ya her şarkı /Nihayet makamı /Şimdi gel de aşka inanma” diyor.

Buraya bir kitap bırakıyorum. Sabahattin Ali’den Değirmen… Aşk için nelerden geçilebildiğini, nasıl sevilebildiğini anlatan öyküleriyle insanı hem düşündürüyor hem de biraz üzüyor.