Ne sihirli bir sözcük yazıyla “yüz”, rakamla “100”.
Annemarie Schimmel 100’ü “mükemmelliğin büyük sayısı”, “kutsal 10”un karesi olarak da Helenistik dünyada “mükemmel iyi”nin karşılığı olduğunu ifade eder. 100 büyüklüğün, çokluğun, tamlığın sayısıdır(i).
Bu yazıda affınıza sığınarak bir yüzsüzlük yapacağım ve “100’süz” olmadığımı, “100”süz kalmadığımı anlatacağım. En azından hayatıma giren iki 100 var! Var da, hem var, hem yok! Hem 100’lüyüm, hem 100’süzüm!
Birinci 100’üm bundan 42 yıl önce tecelli etti. Öyle bir tecelli etti ki dağdaki taştan, havadaki kuşa herkes bu “100”den haberdar oldu. Kimse “100”süz kalmadı! 1981 yılı, Mustafa Kemal’in doğumunun 100. yılıydı ve bu yıl dönümü eşi benzeri görülmemiş bir “milli seferberlik”le kutlandı. Bu tabii ki burada yazdığım kadar kolay, olağan ve doğal biçimde olmadı. Biraz sıkıcı olabilir ama o yılları hatırlamakta yarar var.
Birinci 100. Yıl
1960’ların sonunda Batıda başlayan özgürlükçü hareketler Türkiye’ye de ulaştı. 1970’li yıllar sınıfsal gerilimlerin çatışmalara dönüştüğü bir kaos ortamı olarak yaşandı. Devletçi politikalarla korunmaya çalışılan ekonomik hayat kapitalizmin baskı ve zoruna dayanamaz hale gelmişti. Ham madde ve ürün sıkıntısı yaşanıyor; karaborsa karabasan gibi çöküyordu. Hükümetler neredeyse doğmadan ölüyor, ekonomik ve toplumsal yaşam can çekişiyordu. Kısa ömürlü hükümetlerin her biri diğerini aratmayacak ölçüde kaosu geliştirdi. 31 Mart 1975’ten 12 Eylül 1980 askeri darbesine dek, merkez sağdaki partilerin bir araya gelmesiyle oluşturulan I. Milliyetçi Cephe (MC), ömrü bir ay süren Ecevit Hükümeti, II. MC, Kerhen MC ve CHP’nin “Motel Hükümeti” olmak üzere beş yıla beş “hükümet” sığmıştı.
Ülkede bunlar yaşanadursun, Mustafa Kemal’in “100. Yaşı” yaklaşıyordu ve bu hesabı yapmak tabii ki zor değildi. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO, 27 Kasım 1978’de gerçekleşen 20. Konferansında, 1981 yılını “Uluslararası Atatürk Yılı” ilan etti. UNESCO’nun Türkiye’deki kurumlardan daha önce, yani beklenen 100. yaştan üç yıl önce bu hesabı yapması siyasi kaosun tozu dumanı içinde kaybolup gtti. Ekonomik hayatın çıkmaza girdiği, kanlı siyasi çatışmaların, ölümlerin yoğunlaştığı bu dönemde “1981” ya da “100. Yıl” hiçbir siyasetçinin gündeminde öncelikli bir konu değildi.
Lakin, Mustafa Kemal’in Doğumunun 100. Yılı 12 Eylül darbesini yapan askeri cuntanın gösteri ortamına hayat vermek için iyi bir araç oldu. Memleketin envai caddesinin, meydanının, okulunun, kışlasının adı yenileniyor, bu mekanlar yeniden “Atatürk”e kavuşuyordu. Arada Kenan Evren adını güzelleyen mekanlar da yok değildi. Her türlü etkinlik “milli seferberlik” şuuru ve aşkıyla “100. Yıl” imgesiyle buluşturuluyordu. Adlar, amblemler değişiyor; her şeyin ucuna ya da kıçına “100. Yıl” ekleniyordu. 60 yıldır baş edilemeyen okuma-yazma sorununun çözümü bile “100. Yıla” nasip olacaktı! Bu satırların yazarı olarak Ankara’nın Kızılay Meydanı’na asılan “Okuma-Yazma Bilmiyorum Deme! Öğren!” yazan pankartı görme bahtiyarlığına dahi erişecektim.
Kurumlarda bir telaş, bir telaş ki, görmeyin!… Tabii ki ülkenin tek televizyon yayıncısı olan Türkiye Radyo Televizyon Kurumu da 1981 yılında Mustafa Kemal Atatürk’e gereken ihtimamı göstermişti. O yıl kurumun gerçekleştirdiği 30 belgesel filmin yarıdan fazlası Atatürk ya da Kurtuluş Savaşını konu ediniyordu: Atatürk Ölmedi, Atatürk ve Ordu, Atatürk’le Yolculuk, Beni Hatırlayınız, Pullarda Atatürk bunlardan birkaçıydı(ii). Bağımsız sinemacıların olmadığı Türkiye’de bağımsız belgesel sinemacı da pek yoktu. Bu kıvamdaki belgesel sinemacılardan biri olan Suha Arın, daha önceki filmlerine sponsor olan Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nu “Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılı” kapsamında yeni bir belgesel filmin çekimine ikna etmişti: Dolmabahçe ve Atatürk.
Bu filmin çekimlerinde yer almak üzere İstanbul’a gelmiştim ve İstanbul’u ilk kez görüyordum. Cumhuriyet’in Ankara’sında doğup büyüyen biri olarak İstanbul’dan öylesine korkuyordum ki… Akşam olduğunda ekipteki herkes “İyi akşamlar” dileyip evine gittiğinde İstanbul gulyabani gibi üzerime çöküyordu. Benim için İstanbul Beyoğlu’nda kaldığım salaş hotel ile Dolmabahçe Sarayı arasındaki yaklaşık bir kilometrelik yoldan, yol üstündeki pavyon ve sinema salonlarının camekanlarından ibaretti. Sarayda 40 gün çekim yapmıştık. Darbe günlerinin militarist atmosferi sarayda daha da kesif biçimde hissediliyordu. Heykel sandığım, kıpırdamadan iki saat nöbet tutan askerlerin gerçek asker olduğunu anlayana kadar üç gün geçmişti. Nizamiyede her gün yoklama alınıyor, üstümüz aranıyor, grup halinde iki sivil polis eşliğinde o gün çalışacağımız bölüme götürülüyor, gün boyu gözetim altında çalışıyorduk. Tuvalete gitmemiz de sivil polislerin eşliğinde oluyordu.
Çekimlerde yaşadığımız birkaç olay belleğimden hiç silinmedi. Çekimler sırasında bir gün Atatürk’ün bir dönem kullandığı Savanora Yatı Dolmabahçe önüne demirledi. Galiba 30 Ağustos nedeniyle gelmişti. Suha Hoca allem kallem edip izin almış, Savarona’ya çıkmayı ve orada çekim yapmayı başarmıştık. Filmde bir-iki plan olarak kullanıldı çektiğimiz görüntüler… Unutamadığım bir başka olay ise hocanın bir gün ekibin başında olmayışıdır. Ekipteki çoğu kişiden saklansa da ben duymuştum; sıkıyönetim mahkemesinin açtığı Barış Derneği davası nedeniyle hocanın eşi hakkında da soruşturma söz konusuydu; hoca da bu kapsamda “götürülmüştü”. Unutamadığım olaylardan bir diğeri ise Dolmabahçe Sarayı’nın hemen her odasında, salonunda bulunan saatler ve çekimler sırasında bu saatlere yaptığımız müdahalelerdir. Cumhuriyetin ilanından önceki dönemden itibaren Meyer firmasında saat tamirciliği yapan 90’lı yaşlarındaki bir usta zaman zaman saraya gelip bu saatlerin bakım ve restorasyonuyla uğraşıyordu. Girdiğimiz mekanlaı normal düzeni içinde çektikten sonra sıra oradaki saatin çekimine geliyordu. Saati “9’u 5 geçe” pozisyonuna getirip basıyorduk deklanşöre… Dolmabahçe ve Atatürk filminin finalinde bu saatler peş peşe gelir, 9’u 5 geçer… Bugün saraydaki pek çok saat bizim müdahalemizden sonra hâlâ 9’u 5 geçer pozisyondadır. Sanmayın ki saray yöneticilerinin marifetiyle… Saatler 9’u 5 geçe duruyorsa da, 1981 yılının ve Dolmabahçe ve Atatürk belgesl filminin çekimlerinin üzerinden su gibi aktı geçti yıllar.
İkinci 100. Yıl
Ömrüme sığan ikinci “100. Yıl” ise Cumhuriyetin 100. Yılı… Hatta bir süredir üçüncü 100 yıl gündemimizde. 100. Yıl derken Cumhuriyet kavramından çok “Türkiye Yüzyılı” öne geçi(rili)yor. Sokaklarda, çarşıda, pazarda ne bir farkındalık, ne bir coşku… İster kamu ister özel olsun, kurumlarda kıpırtı yok. Okullarda, bilimsel ve özgün düşüncenin kovulup bol referanslı aktarmaların revaçta olduğu üniversitelerde kıpırtı yok. Tek sesli hale gelen medyanın üzerine ölü toprağı serpilmiş vaziyette… Cumhuriyet karşıtlığı ya da en azından duyarsızlığıyla bilinen firmaların, markaların cumhuriyetle raks yaptıkları reklamlar dışında medyada 100. Yıl ile ilgili içerik yok!
Bir elinde meşale, diğer elinde markalı karton kahve bardaklarını tutanlar ise çok uluslu markaların ışıldadığı “cadde”de fener alayı düzenledikten sonra muzaffer biçimde evlerine dönecek; çok uluslu platformların kustuğu şiddet ya da seks dolu sahte bilinç ürünlerini seyrederken huzur içinde uykuya dalacak, ertesi sabah kalkıp işlerine gidecek.
Gelinen noktayla pek kimse “100’leşmiyor!”
Bir “100’süzlüktür” alıp başını gidiyor…
Tarih bilinci yerine hamasi yüzüyle imgeleşen tarih can çekişiyor.
Dünyanın neresinde acaba böylesine bir “100”süzlük yaşandı… yaşanır?
42 yıl önce dayatılan Birinci 100. Yıl ile bugün yok sayılan İkinci 100. Yıl ortak makus tarihte buluşuyor. Her şey “9’u 5 geçe” durmuş gibi…
Bir züğürt tesellisiyle yazıyı bitirsek rahatlar mıyız acaba?
“100, 5’ten büyüktür!”
(i) Annemarie Schimmel, Sayıların Gizemi, çev. Mustafa Küpüşoğlu, İstanbul, Kabalcı Yayınları, s. 291.
(ii) TRT Arşiv Dairesi Başkanlığı (Haz.), Geçmişten Geleceğe Belgeler… Bilgiler (1968-2008).
“100, 5’ten büyüktür!”
yakarsa dünyayı da garipler yakar, züğürtlüğümüzü de tesellimizi de baş üstüne aldık. Fikrinize kaleminize sağlık.