Şu iki günlük dünyada gördüklerimiz, yaşadıklarımız ve etkileri giderayak bu suali yeniden gündeme taşıdı. Yeniden diyorum, zira birlikte yaşayabilecek miyiz suali daha önce milenyum olarak karşıladığımız 2000 yılında bir kitapla gündeme gelmişti.
Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz?” adlı kitabında Alain Touraine şimdilerde bu topraklarda daha derinden hissettiğimiz sorunlara işaret ederek öncül çalışmasında söylemişti söyleyeceğini…
Tabi tahmin edeceğiniz üzere o vakitler küçük bir okur kitlesi dışında öyle fazla ses getirmemişti. Halihazırda halkımız “Biri Bizi Gözetliyor” adlı bir televizyon programının büyüsüne kapılmış, BBG Evi’nde Eraycılar-Melihciler diye ikiye ayrılmış, kim altta kim üstte derdine düşmüş, eğlenirken ölmekteydi. Toplumsal aklın şu günün politik aklından pek farklı olmadığına ilişkin neler söylerdim ya, hadi neyse…
Alain Touraine bir sosyolog. Ama masa başı adamı değil. Kendi zamanındakilerden farklı olarak toplumsal hareketlere ilgi duyuyor ve “eylem sosyolojisi” üzerine çalışmalar yapıyor. 1970 yılında bulunduğu “Ecole Pratique des Hautes Etudes” bünyesinde “Toplumsal Hareketler İnceleme Merkezi”ni kuruyor. Düşünün hele bir, ta o yıllarda… Bir de bizim üniversitelere bakın. Sosyal bilimlere ilişkin onca fakülte, bölüm olmasına rağmen değil “Toplumsal Hareket” üzerine bir merkez bireysel bir hareket üzerine bile araştırma merkezi bulamazsınız. Anladınız devamını siz…
Akademik yaşamının çoğunda toplumsal hareketler konusu asıl ilgisini oluşturuyor. Başta Latin Amerika olmak üzere dünyanın birçok yerinde o dönemler yükselmekte olan işçi hareketlerini gözlemliyor ve çalışmalar yapıyor.
Alain Touraine bir toplumun kendi geleceğini yapısal mekanizmaların yanı sıra verdiği sosyal mücadeleler aracılığıyla şekillendireceğine inanıyor. 1968 Fransa’sında kampüslerde öğrenci hareketleri patlak verdiğinde Nanterre’de sosyoloji profesörü. Tam da olayların göbeğinde… Ne oluyor ne bitiyorsa yerinde yaşıyor ve gözlemliyor. Ve sonraki yıl yayınladığı eseriyle onu alanında öne çıkaran kavramı ortaya koyuyor: “Post-endüstriyel toplum”. Ne şanslı bir akademisyen, böylesi bir toplum ve böylesi bir akademik özgürlük kısmet olmadı bize…
Evet Touraine bilgisi bu kadar. Yeterli olmuştur sanırım. Esas konumuz Touraine’in hayatı ya da benim kıskançlığım değil, onun tarafından dile gelen “Birlikte Yaşayabilecek miyiz?” sorusu. Yani “Eşitlikler ve farklılıklar dikkate alındığında birlikte yaşayabilecek miyiz” sorunu…
Touraine bu soruyu gündeme getirdiğinde küreselleşme almış başını gitmiş ancak toplumsal farklılıklar, etnik, dil, gelenek, kültür demeden toplumsal düzende etkisini devam ettirmekteydi. Alev dinmişti ama henüz kor sönmemişti. Tabi buna dayalı olarak da kamusal alan eşitliği sorunu… Orwell’in “Hayvanlar Çiftliği” eserindeki ulus devlet hastalığına işaret eden “bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir” sözü hala akıllardadır.
Touraine’in o sıralar “endüstri toplumunun toplumsal farklılıkları bir potada eritemediği” fikrini düşünmüş olduğuna eminim. Zira söyleminde buna işaret eden yorumları bulunuyor.
Aslında bana göre soruyu gündeme getirme zamanlaması da oldukça ilgi çekici. 2000’li yıllar diyorum. Öyle ki bu dönemde dünya “üretim kapitalizmi”den “tüketim kapitalizmi”ne doğru yeni bir yola girmiş, toplumsal egemen ilişkilerin belirleyicileri üretimi yöneten güçler olmaktan çok tüketimi yöneten güçler olmaya başlamıştır.
Vakti zamanında ortaya attığı “post-endüstriyel toplum” çıkışını da çoğunlukla buna dayandırıyorum. Modernizm ve endüstri toplumunun getirdiği sıkıntıları görmüş olmalı. Neresinden bakarsanız bakın fabrika ile doğan endüstri toplumu düzeni tıpkı fabrikadaki gibi bir örnek, standart ve kitlesel nitelikte biçimlendirmek istediği insanı bir türlü yaratamamış. Üstelik yapmadığını bırakmadığı halde… Kolay mı öyle? Sonuçta insan bu makine değil. Hem türlü türlü insan var birader. Yaşadığı coğrafyalar farklı, dinleri farklı, dilleri farklı, renkleri farklı, töreleri, gelenekleri farklı. Doğal olarak endüstri toplumunun egemenleri ile insanlık arasındaki uçurum da zaman içinde derinleşmiş. Bugünlere şıp diye gelinmediğini anlamak gerek…
İnsanlığı bir potada eritmenin yeni yöntemleri için bilinç fabrikalarının, kitle iletişimi gibi yeni kültürel araçların önemli bir gereksinim olduğunu anlamalarına ve ustaca kullanmalarına henüz zaman var.
Endüstriyel toplum olarak belirttiğimiz o dönemde egemen düzen fabrika üretimine ve buradan kaynaklanan ekonomi-politik güç ilişkilerine dayalıdır. Tüm dünyada fabrika fetişinin yarattığı yaşam biçimleri dalga dalga genişlerken, fabrikanın üretim disiplini için ihtiyaç duyduğu insanın da yeniden üretilmesi gerekmektedir. Bu da yeni bir toplum düzenini yani endüstriyel toplumu gerekli kılar. Bir örnek, tek tip, kitlesel nitelikteki fabrika üretim pratikleri insan için de uygulanır. Modernizmin tüm kurumları, bilim, sanat bu amaçla çalışır. Okullar, inanç kurumları ve kitlesel iletişimin tüm araçları bu yeni insanın bilincini belirler. Belirler ki fabrikanın üretim düzenine girildiğinde sorun çıkmasın, egemen toplumsal düzene sorun yaratmasın, üretimin mükemmelleşmesi sekteye uğramasın.
Toplum sözleşmesine dayalı bir dünyada, kendinden önce var olan tarımsal kapitalizm ve feodal devletlerin yarattığı soya, dine ya da dile dayalı toplumsal egemen düzen ve ilişkiler yıkılmalı, yeni düzende yeni sınıflar ve toplumsal ilişkilerin belirleyicisi ise fabrikanın bizzat kendisi olmalıdır. Tıpkı fabrikada işçi, ustabaşı, şef, müdür gibi hiyerarşiye dayalı ilişkiler nasılsa toplumda da sınıfsal hiyerarşik düzen, egemen ilişkiler yeni ekonomi-politik dinamiklere uygun olarak gerçekleşmelidir. Dil, din, kültürel nedenlere dayalı farklılıklar artık fabrika dişlileri arasında erimeli, ulus devlet anlayışına dayalı yeni bir toplum düzeni modernizm olarak sunulmalıdır. Tek dil, tek din ve egemen sınıfın sunduğu tek tip düşünceler, gelenekler, değerler…
Fabrikanın yarattığı yeni şehirler de bu yeni egemen düşüncenin yayılacağı merkezler olmalıdır. Öyle de olur. Şehirler dayattığı düşünüş ve kültürel içerikler ile insanları fabrika üretim ilişkilerinin istediği forma dönüştürür. Endüstri toplumu realitesi bu gelişmelerin ışığında ortaya çıkar.
Ama her şey öyle öngörüldüğü gibi devam etmez işte. Endüstri toplumu 1960’lı yıllarda duvara toslar. Egemen düzen insan üzerinde öylesi güçlü ve totaliter bir anlayışla işlemiştir ki makine dişlileri arasında bunalan insanlar nihayetinde dayanamaz ve endüstriyel toplum düzenine karşı ayaklanırlar. Karşı koyarlar. Besbelli bir sömürü düzeni modernizm adı altında egemen düzenin sahipleri tarafından yutturulmuştur. Bu karşı duruş acil bir çözümü de yine kendi içinden doğurur. Post-modernizm… Olası bir karşı duruşa, sert çatışmaya karşı ortamı yumuşatma girişimi de denebilir. Halen Soğuk Savaş ve Sovyetler Birliği ortada bir alternatif gibi durmaktadır. “Tamam” der endüstri toplumunun efendileri, “farklılıkları kabul etmeli, tek tip insan yaratmak yanlış” der. Bu kadar kısa bir cümleyi kitaplar dolusu açacak edebiyat, felsefe, sanat ve siyaset çalışmasını o döneme baktığınızda rahatlıkla bulabilirsiniz.
Eh nasılsa fabrika üretim düzeninde “mükemmelleştirme” ile başlayan çalışmalarda epey yol alınmıştır. Ne gerek var anlamsız çatışmalara… Zaten zaman içinde fabrika düzenine insan etkisi en aza inmiş, otomasyon, makineleşme, üretimin standardizasyonu ve daha birçok konuda insandan bağımsız üretime ilişkin çok yol kat edilmiştir. İnsana artık bu üretim düzeninde değil, üretimin kitlesel nitelikteki genişlemesinden dolayı bir tüketici olarak ihtiyaç duyulmaktadır.
Tüketim toplumunun inşasına, tüketime uyarılmış bir insan aklına ihtiyaç vardır artık. İşte üretim biçimlerine ilişkin olarak kapitalizmde “hissedar kapitalizmi” modeline doğru değişim bu yıllarda yaşanmıştır.
Touraine 2000’e gelindiğinde post-modernizme ilişkin deneyimleri, kendi deyişiyle post-endüstriyel toplumu, kapitalizmin neo-liberal yolculuğunu, “hissedar” ve “paydaş” kapitalizmini ve buna ilişkin tüm küresel ve toplumsal değişimlere tanık olmuştur. Tüketim toplumunun ve ona özgü yeni insanın inşasını, toplumsal farklılıkların kamusal alanda temsilini, modernizm ve ulus devlet üzerindeki etkilerini görmüştür. Şöyle ifade eder:
“Hep birlikte olduğumuzda hemen hemen hiç ortak yanımız yok; belli inanışları ve belli bir tarihi paylaştığımızda da bizden farklı olanları reddediyoruz. Ancak kimliğimizi yitirdiğimizde birlikte yaşayabiliyoruz; tersi durumlarda topluluklara geri dönüş bağdaşıklığa, arılığa, birliğe başvuruyu da getiriyor beraberinde; iletişimse, farklı tanrılara kurban verenler, birbirine yabancı ya da karşıt geleneklere bağlananlar arasında bir savaşa bırakıyor yerini, öyle ki kimi zaman bu savaştaki taraflar kendilerini dirimsel bakımdan bile öteki taraflardan farklı, hatta üstün görebiliyorlar.”
Türkçesi, “Hep birlikteyken ortak bir yanımızı göremiyoruz, herkes kendi mahallesinin aklıyla yaşıyor. Ancak mahallenin bellettiği düşünceden çıkabilirsek birlikte yaşayabiliyoruz.” demek istemiştir.
Değil mi ama? Hangi mahallenin kültürel kodlarıyla büyüdüysen o mahallenin tüm değerlerini, inançlarını, etnik kimliğini, dilini, egemen politik düşüncelerini saplantı halinde savunur oluyorsun. Bir diğerinin farklılığına dair bakış açın ise tam anlamıyla mahallenin sana verdiği öğretilerle biçimlenmiş oluyor.
Tüketimin kontrolüne ve egemenliğine dayalı yeni dönem kapitalizmi ile koşullar değişir. Beklenti farklılıkların kendini kamusal alanda var edebilmesiyle ilgilidir. Aksi halde üretime dayalı kapitalizmin küresel genişlemesi olumsuz etkilenecektir. Bu yüzden küresel ekonomik düzene egemen olanlar bakımından her ülkede tutucu, katı kabuklar kırılmalı, duvarlar kaldırılmalı, farklılıkların kamusal alanda toplumsal temsili, egemen düzen içinde yer alabilmeleri sağlanmalıdır. Küreselci temsillerin beklentisi işte tam da budur.
Yeni dönemin egemenlerine göre neo-liberalizm, ulus devlet düzeninin yarattığı katı ulus toplum anlayışının kırılması için bir maymuncuktur. Zira ülkelerin içeriden, iç dinamiklerle değişemeyeceklerini ya da değişimin çok uzun zaman alacağını onlar da görmüşlerdir. Yoksa siz koca Sovyet rejiminin yıkılışına kaynaklık eden Glasnost (açıklık) ve Perestroyka (yeniden yapılanma) uygulamalarını başka bir şey mi zannediyordunuz?
Velhasıl geldik bugünlere…
Yüzyıllık bir cumhuriyet olarak maalesef çok şeyi ıskaladık. Endüstri toplumunu ıskaladık ve dolayısıyla fabrika üretimine ve buna dayalı sözleşme ilişkilerine, anlaşmaya dayalı modern toplumu da… Yukarıda anlattığım üzere ardından gelen ne varsa hepsi kaçtı. Sadece şu neoliberal düzene, küresel düzenin sömürüsüne hızlıca girdik ve uyum sağladık. Buna şaşarım. Gerçi neden şaşıyorsam…
1960 ve 70’lerin egemen düşünceleri, anlayışları halen diri ve halen toplumsal alanda belirleyici şu ülkede… O yıllara ilişkin travmayı bir türlü aşamadık. Konu sadece politik kurumlarla da sınırlı değil. Ülkenin neresine bakarsanız bakın, tüm yaşam alanlarında toplumsal ilişkiler farklılıklar üzerinden işliyor. Herkesin herkesle ilişkisi “hemşerim nerelisin” diyerek başlıyor. Hatta bundan önce şöyle bir saç-baş, bıyık şekline, giyim kuşama bakılıyor. Öyle ya bunlar bile neci olduğunuza ilişkin fikir verebiliyor. Sonra inanç yoklaması, ardından düşünce biçimi yoklaması falan…
Çok değil bundan belki on-onbeş yıl kadar önceydi. Bir üniversitede öğretim üyesi olarak çalışıyorum. Yani bilim kurumu, aydın insanlar sonuçta ne olabilir ki diyeceksin ama kazın ayağı öyle değil işte. Rektör çağırmış. Bendeniz de idareci olduğumdan oradayım. Odada fakülte dekanları da dahil epey kişi varız. Toplantı için bekliyoruz. Bir köşede de televizyon açık, bir kanalın haber programı sunucusu konuşuyor. Sunucu “Alevi Açılımı” başlığında sunduğu haberinde hükümetin Alevilerin ibadethaneleri için “ibadethane statüsü” verip vermeyeceği konusundaki değerlendirmelerini aktarıyor. Bir iktidar temsilcisinin görüşünü yansıtıyor ardından bir muhalefet temsilcisinin konuşmalarına yer veriyor. O dönem bulunduğum üniversitede bariz bir şekilde hükümet yanlısı akademik kişilikler ve yöneticiler arasındayım. Hepsi mevcut iktidarın temsili ve hatta bazıları geçmişte hükümette görev almış, bakanlık dahi yapmış kişiler. Belki de sıkıntım buydu bilemiyorum, sonuçta benim böyle bir duruşum yoktu. “Taraf olmayan bertaraf olur” anlayışının her yerde hakim olduğunu hatırlarsınız sanırım… Bir ara dekanlardan biri biraz da gergince “Ne alaka kardeşim ne açılımı?” diye ortaya atıverdi sözü. Bendeki de ayıptır söylemesi salaklık işte, “Neden olmasın” diye yanıt vereceğim tuttu… Sana mı kalmış birader?
Sen misin bunu söyleyen? Bir anda “yaşasın aksi görüşte biri var” heyecanıyla söylenmeye başladı ismi lazım değil kendini bilim insanı zanneden bu şahıs. İstifimi bozmadan herkesin bu ülkede vergi verdiğini, vatandaşlık haklarına sahip olduğunu, dolayısıyla dil, din, kültürel anlamda da kendi tercihlerini yaşayabileceğini aslında diyanet kurumunun buna bir çözüm üretmesi gerektiğini söylemeye çalıştım. Fazla akademik kalmış olmalıyım ki kes şu “tırıvırı” konuşmaları der gibi sözümü keserek, “Ya Alevilik din mi de diyanette temsil edilsin?” demez mi… Neyin kim için bir din olup olmadığını tartışmaya girmek ayrı bir uğraştı. Zaman sınırlıydı, toplantıya girecektik. Üstelik muhatabımın nasıl bir akla sahip olduğunu okumuştum. “Ne diyebilirim ki” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Onun aklına göre diyanet kurumu zaten neyin din olup olamayacağına karar veren bir kurumdu. “İyi de ülkede yaşayan diğer dinlere mensup vatandaşlar” dedim. Ses etmedi.
Bu bahsin devamı da var ama sözü uzatmayayım.
Diyeceksiniz ki, bunu neden anlattın o zaman arkadaş? Sonuçta onca uzun yazı fazla teorik kalmış olabilir. Yazılanların gerçek hayata nasıl yansıdığını görmeniz bakımından, bir örnek olabilir düşüncesiyle yazdım.
Bunun gibi toplumsal farklılıkların kamusal alanda temsili ve eşitliğin sağlanması bakımından çözümlerin üretilemediği, üstelik geçtim bunu bölünmüşlüklere, ayrılıklara nasıl neden olduğunu gösteren çok sayıda yaşanmış politik travma örneği verebilirim size. Hatta bazıları var ki bizim gibi ülkelerde şu verdiğim örneği dikkate alırsanız eğer incelemek, önemsemek ve bir politik sorun olarak görmek bakımından lüks bile kalır. Öylesi derin, öylesi ötelenmiş aslında sorunlarımız…
Aklıma Lyndon Johnson’un bir sözü geliyor: “Eğer iki insan her konuda çok iyi anlaşıyorsa emin olun ki taraflardan biri kendinden taviz veriyordur.” İster iki insan, isterseniz toplumsal kesimler deyin… Şaşmaz bir saptama… Özetle bugüne kadar birlikte yaşayabildiysek emin olun ki bazılarımız taviz verdiği için. Diyeceğim o ki bizim ülkede birlikte yaşayabilme olasılığımız giderek ve umarsızca azalıyor.
Görsel : Claudio Schwarz, unsplash.com