Demek ki insan böyle durumlara da düşermiş. “Keşke” diyeceğim aklımın ucundan geçmezdi. Tiye almalarına da hep bir ağızdan kahkaha basmalarına da bir şey diyemem doğrusu. Dedikleri gibi yapsam, “Etkili İletişimle Aşkın Yolları” diye bir kitap yazsam şak diye en çok satan kitap listesine girip “bestseller” olur muydum bilemiyorum ama daha tanınan bir yazar olacağım kesin. Ama neyin aklıysa artık, yaza yaza toplumun en alt kesimleri için, ezilenler için iletişim yazmıştım işte.
“Sana mı kalmış hocam? Ezilenden sana ne? Bak sen yaşadığın gül gibi hayatına. Sanki onların da çok umurunda?”
Zoraki bir gülümsemeden başka ne yapabilirim? “Hakkın var” diyeceğim ama ona da dilim varmıyor.
“Patlatsaydın şöyle aganigi türünden bir şeyler yürür giderdin” diyor bir diğeri.
“Kitapla köşe mi olunur be birader? Hem her şey para da değil” diyesim geliyor ama ne fayda.
“Ne oldu şimdi? Boyun mu uzadı? Bak Haydar Dümen’e bak Güzin Abla’ya” diyor beriki bıyık altından gülerek. “Sen de öyle yapsaydın hem isim olur hem de paraya para demezdin. Fena mı olurdu?” diye ekliyor.
Doğrusu geçmişte gazete köşelerini, radyoyu, televizyon programlarını kapatmış böylesi çokça isim vardı, epeyce de takip edilirlerdi. Magazinin, paparazzinin, sansasyonel haberlerin havada uçuştuğu hatta bu tür içerikler için özel olarak radyo-televizyon programlarının yapıldığı, gazetelerin çıkarıldığı yıllardı. Üfürükten yayınlarla dolu sayfalarda, programlarda insanların açlığını iyi bilen, kafadan çok arzulara, doyurulmamış hazlara oynayan ne yazılar ne görüntüler ne konuşmalar olurdu. Sosyete diye yutturulan isimler eşliğinde göz alıcı televizyon içerikleri, radyolarda talk show programları, sekiz sütuna manşet haberler ortalığa yayılır, hayatın yavan, yoz akışı süslü püslü bir halde sunulur, olan biten her şeye rıza gösterecek toplumsal ortam yaratılırdı. Küçük Amerika’nın inşa edildiği yıllardı işte. Her şey yeni tüketim alışkanlıklarının benimsetilmesi içindi nihayetinde. Küresel şirketlerin tezgahına gelmiştik, onların mal ve hizmetlerine açlığın devamlı hatırlatıldığı, doyumsuzluğun kaşındığı yeni bir yaşam biçimine alışma sürecini yaşıyorduk. Medyanın rengi ve ışıltısı öylesine güçlüydü ki eğlencenin öldürdüğünü kimse göremez hale gelmişti.
Bir furyaydı. Yıllarca adı konmamış şekilde bir demir perde ülkesindeymiş gibi yaşamış halk için baş döndürücü bir değişimdi. Herkesin aklı bir karış havaya varmıştı. Devlet tekelindeki yayıncılık özel medyanın oluşmasıyla değişime girmiş, yeni televizyonlar tam bir şov aracı olarak patlama yapmış TRT’nin renksiz ve soluk ruhunu oyunun dışına atmıştı. Nerelerden geçmedi ki bu ülke o yıllarda? Gece jimnastiği mi dersin, tutti fruttiler mi? Renkli ekran iç gıcıklayan her tür görüntüyü açlığı hatırlatan her tür sözü ustaca kullanıyordu. Gazetelerde boy boy arka sayfa güzelleri, asparagas haberler… Arzular şelale olmuştu dizilerde. Pırıltılı bir hülya içindeki akıllara tüketimin övgüsü perçinleniyor yalanlarla dolu bir hayat biçiminin satışı gerçekleşiyordu. Ülke insanının hangi konularda aç olduğunu iyi bilen küresel şirketlerin kontrolündeki bir pazarlama sistemi büyük bir iştahla çalışıyordu. Reklamla büyüttükleri medya üzerinden neye aç olduğunuzu bilerek onlar da karlarını büyütüyorlardı.
Düpedüz açlık vardı.
Ve bu açlığın nedenlerini ortaya çıkaran, dilediği gibi yönlendiren, yöneten bir tüketim endüstrisi doğmuştu. Dile kolay, yıllarca dünyaya kapalı bir ülkenin insanları için olağanüstü bir değişim yaşanmaktaydı. Açlık korkusu ile doyumu bekleyen hazlar arasında giden ruhsal bir deneyimdi.
Neoliberalizm dönemiydi. 1980 Askeri darbesiyle ülke küresel sömürü düzenine uygun bir yörüngeye oturmuş, Özal bu süreci yöneten siyasi lider olarak uluslararası şebeke tarafından onaylanmıştı. Küresel şirketlerin ülke ekonomisinde yerlerini alması için gerekli düzenlemeler yapılmıştı ama tüketim talebinin doğması için yaşam biçimine ilişkin değişimin de yaratılması gerekiyordu. Onca küresel şirket geldikleri bu ülkede mallarını, hizmetlerini kime satacak, değil mi ama?
Açıkçası böyle bir düzende sömürüyü sağlayan işbirlikçilere, kurumlara da ihtiyaç var. Medya da bunlardan biri. Sömürünün medyası olmak bir toplumu sömürülebilir bir akla taşımak bakımından önemli. Amerikan hayat tarzını, tüketim toplumunu yücelten yaşam biçimlerini devamlı pompalayan bir medya doğal olarak bir toplumu hazların esiri haline getirir. Açlık bunun için devamlı kaşınmalı. Kızgın kumlardan serin sulara atlayacağız sonuçta…
“Hocam şimdi sen o kitabı yazınca ne değişti?”
“İyi de hiç mi yazmamalı?”
“Yani yaz yazmasına ama kendine edersin sadece. Şimdi bu toplumdan bir aydınlanma beklentisine girilir mi? Bu halk karnını doyurmak, aç kalmamak, barınacak yer bulma derdinde. Maslow’u ihtiyaçlar hiyerarşisini bilirsin. Aha bu toplum onun en alt seviyesinde. Sense piramidin en üst kısmından bahsediyorsun. İnsanların dünya düzenini anlamasını, kendini gerçekleştirmesini bekliyorsun. Adamın daha karnı doyacak, ev alacak, araba alacak, parasını güvenceye alacak. Ne özgürlük umurunda ne de kültür, eğitim. Belki okursa, kendini geliştirirse dediğin düzeye gelir. O da ölme eşeğim ölme…”
“Diyorsun ki daha çok var.”
“E öyle diyelim. Hem bu ülkede kimse kendini zamanın gereklerine göre geliştirmiyor. Açlığının kölesi olmuş bir toplumla karşı karşıyasın.”
“Hiç mi değişmez, hiç mi umut yok sence?”
“Herkesin aklı tutulmuş arkadaş. Sağcı olmuş solcu olmuş hiç fark etmez bu arada. Sana bir olay anlatayım hocam. Askeri darbe olmuş, Kenan Evren başta. En kudretli olduğu yıllar. Darbeden sonra birkaç yıl geçmiş olabilir belki. Sobaların üzerinde su ısıtmaya yarayan alüminyumdan kapağa benzer bir şey vardı. Bilirsin belki. Eniştem ona mıknatısla, tel gibi bir şeyler bağlayarak radyo anteni yaratmıştı. O vakitler Doğu Berlin’den kaçak radyo yayını yapılıyor. Orayı açarlardı. Ben de dinlerdim. Komünizm propagandası olurdu. Ailede herkes sıkı solcu anlayacağın. Haber alırdık o radyodan. Devrimciler şunu yaptı, devrimciler bunu yaptı, şu yakalandı, şunun idamına karar verildi gibi burada duyamayacağımız haberleri dinlerdik. Yasaklı, komünist türküler çalardı. Rahmi Saltuk, Ruhi Su gibi. Eve konu komşudan gençler de gelirdi. Yasak yayın olunca devamlı tetikteydik tabi, jandarma basar diye.
Rahmetli babam o yıllarda Skoda marka pikap kamyonet almıştı. Çek yapımı. Komünistiz ya kamyonette oradan olacak tabi. Pazarda karpuz, sebze satıyor. Arabada çakmak yeri ve küllük yok. Bilirsin o pikap kamyonetleri, çok basit tasarımlı. Bir akşam evde bunun üzerine bir konu açıldı. O dediğim devrimci gençler gelmiş radyo dinleyeceğiz diye. Herkes büyük bir hararetle konuşuyor. Sorun ne biliyor musun? Sigara bir insan ihtiyacı mıdır yoksa lüks müdür? Düşünsene hocam saatlerce bunu konuştular. Lüks yani ihtiyaç olmayan şeyler o zamanlar komünist akla göre kapitalizmin bir göstergesi. Eğer lüks ise çakmak ve küllük olmaması normal. Değilse o zaman neden çakmak ve küllük yok? Kimisi lükstür diyor kimisi ihtiyaçtır diyor. Ben daha 8-9 yaşlarındayım, izliyorum. Anlayacağın o zamanlar devrimcilerin kafa bu düzeydeydi.”
“Desene epey yol almışız.”
“Bak yıllar geçti. Hayatlar nasıl değişti. Şimdi kimse bunu konuşur mu? Anlayacağın tutuculuğun solcusu da sağcısı da olmuyor. Kimsenin de aklına Skoda fabrikasının bunu fazladan bir maliyet olarak görmüş olabileceği gelmiyor. Düpedüz üretim maliyetiyle ilgili bir konu. Ama tüketimin ne olduğunu bile bilmeyen bir toplumduk o vakitler.”
“Açlık devam ediyor diyorsun yani?”
“Açlık hep devam edecek bu düzende hocam. Tüketimin devam etmesi, bu küresel şirketlerin kontrolündeki pazarın yaşaması için açlığa ihtiyaç hep olacak. İhtiyaçlar yeniden ve yeniden yaratılacak, biçim değiştirecek ama olacak. Bu düzenin kuralı böyle. Düşün hele. Bu toplum henüz karnını doyurma, barınma, güvenlik ihtiyacı düzeyinde. Lüks dediği şeyle tanışacak daha. Açlar hep olacak hocam, gözleri doymayan açlar da…”