Etrafımda olan biteni devamlı şekilde akıl yoluyla anlamaya, karşılaştığım sorunları akıl yoluyla çözmeye çalışan biriyim. Çocukluğumda edindiğim bir alışkanlıktı bu. Başıma gelen en ufak, en önemsiz olaylarda dahi olağan bir şekilde akılcı açıklamalar üretmeye girişirdim. Yani “eğer bu olduysa mutlaka bir nedeni var ve nedenini çözümlersem bir daha olmasını ya da olmamasını sağlarım” düşüncesiyle hareket eden bir kafaya sahiptim. Mantık biliminden fazlasıyla nasibimi almıştım. Akıl dışı olan ne varsa reddeder, aklı küçümseyen her tür görüşten uzak dururdum. Belki de beni ileri yaşlarda bilimsel düşünmeye ve bilimle ilgilenmeye de yönlendiren gelişme bu olmuştu.
Çocukluğumda epeyce geleneksel kod ve dini öğretiyi de tanık olmuştum. Yaşamlarını adeta gerçeklerle inatlaşırcasına basmakalıp değerlerle sürdüren, gündelik yaşama ilişkin olumsuzluklardan sıyrılmanın akıl dışı yöntemlerle olabileceğine inanmış, zamanı geçmiş kabullere boyun eğerek kendini batıl inanç ve geleneklere kaptırmış çokça insana tanık olmuştum. Nasıl olur da bir insan akıl dışılığa teslim olur, benliğinin başkaları tarafından ezilmesine izin verir, kendini adeta yok eder?
Bir egemen düzenin varlığını, bu düzene sahip olan egemen sınıfınsa aynı zamanda boyun eğdirme araçlarına sahip olduğunu erken yaşlarda fark etmiştim. Kabul gören ve halka mal edilmiş bir kültürün ve bu kültürü oluşturan sözlerin, kelimelerin, sanatın, törelerin ve zihni biçimlendiren her şeyin onların kontrolünde olduğu gerçeği gün gibi ortadaydı.
Akılcı, akla dayanan, akıl yoluyla çözümler üreten bir zihni geliştirmek, aydınlanmak için çaba harcamak gerekir. Ancak anlaşılacağı üzere bunlar meşakkatli yollardı. Sorgulamayı, araştırmayı, okumayı, eleştirmeyi ve nehrin diğer yakasına geçip oradan da olan bitene bakmayı gerekli kılıyordu. Bu insan aklına iliştirilmiş kalıpları kırmak, tabuları yıkmak, taassup prangalarını söküp atmak demekti. Ve nedense etrafımdaki hiç kimse bu yolu seçmiyordu. Zor geliyordu belli ki. Adeta hipnoz olmuş gibi önlerine sunulan hayat yolunun dışına çıkamıyor, karşı koymak şöyle dursun itiraz dahi edemiyorlardı. Düşünsel olarak gelişimlerinin baskılandığını, düşünme yetilerini körelten, yok eden etkilere maruz kaldıklarını fark etmeye başlamıştım. Beslenmeden giyime, duygulardan davranışlara, inançtan fikirlere kadar yaşam biçimlerine, tercihlerine dair ne varsa format atılıyordu.
Öte yandan üzerine sömürü düzeni kurulması gereken bu alt sosyal sınıfların aydınlanmasına zaten ihtiyaç yoktu. Onların zihinlerinin ele geçirilmesi ve yalnızca otoriteye boyun eğmelerinin sağlanması öncelikli meseleydi. Düzenin ne istediğini anlamaya başlamıştım. Etraf pek masum değildi. Her yer insan zihnini ele geçirmek için çalışan kurum ve araçlarla doluydu. Üstelik okul, cami, mahalli dernek, devlet televizyonu ve radyosu, sinema salonları gibi birçoğu politik egemenlerce işgal edilmiş olan sosyalleştirme kurumlarının ve popüler olarak sunulan her şeyin insanların yararına çalışmadığı aşikardı. Ama dediğim üzere bunları görebilen pek kimse yoktu. Bayramlık kıyafetler, kasetlerden taşan arabesk şarkılar, adaklar, kahve fincanları, kına geceleri, cin çağırmalar, kapılara asılan ısırgan otları, yılbaşı dansözleri, muskalar hayatın akışında daha bir etkili konulardı. Üstelik o vakitler çocukluktan yeni yeni çıkıyordum, söylesem kim dinler? Genel olarak herkes bir itaat hipnozu içine girmişti. Kutsiyet biçtikleri toplum temsillerine, yüce devlet ve kurumlarına sadakatlerini sunuyor, kendilerini biçimlendiren, onları olmaları gereken kişilere dönüştüren araçların tuzaklarına birer birer düşüyorlardı.
Akılcı bir toplum yaşantısından çıplak gözle seçilmesi çok zor olan bir ufuk çizgisi kadar uzaklardaydım. Öğrenmenin, ilerlemenin, özgür olmanın önemsenmediği, insanın doğuştan birtakım haklara sahip olduğu gerçeğinin bilinmediği bir yerlerde yaşadığını bilmek ise ayrı bir iç sıkıntısıydı. Ama kime ne diyebilirsin?
Matematik, fizik gibi fen bilimlerine olan ilgim yüksekti ama psikoloji, sosyoloji, felsefe gibi konulara eğilimim daha bir fazlaydı. Elime geçen ne varsa okurdum. Okudukça ve insan davranışlarının nedenleri, toplumu oluşturan egemen yapı ve temsiller, güç ilişkileri ve şu günümüz toplumunun hiyerarşik yapısını anladıkça içinde yaşadığım bazı şeylerin yanlış olduğuna ilişkin hislerim her geçen gün daha bir artar olmuştu. Babamın nasıl bir düzen içinde kendine yer edinebildiğini ve edindiği o küçücük yaşamın onun için nasıl büyük bir kazanım olduğunu anlamaya başlamıştım. Toplumdaki farklılıkların, cinsiyet, etkin kimlik, dil, din fark etmeksizin insanların yaşamlarını nasıl etkilediğini görür olmuştum. Birileri hep dışarıda kalıyor, elekten geçemiyordu. Erişkinliğe yaklaştıkça hiyerarşik toplum düzeninde dışlanmış, baskılara maruz kalmış, korkularına esir edilmiş insanlarla da karşılaşacaktım.
Geçen zaman içinde yalnızlaşma hızım da artıyordu.
Ne kadar okursam ne kadar farkındalık kazanırsam en yakın çevremle, arkadaşlarımla, mahalleliyle aramdaki mesafe büyüyordu. O zamanlar aramızdaki mesafenin yalnızca onlarla açıldığını düşünürdüm. Sonraları yalnızca onlarla değil bir ülkeyle karşı karşıya olduğum gerçeğiyle yüzleştim.
Okuduğum, izlediğim, dinlediğim yayınları da sorgulamaya başlamıştım. Kitapların, filmlerin, müziklerin hepsi aynı şeyi söylemiyordu. Kimi içeriklerin yaşanılan düzeni kabul ettirmeye yönelik düşünceler içerdiğini sezmeye başlamıştım. Bir süre sonra fikirlerin de alınıp satılan birer ürün olduğunu kavrayacaktım.
Yaşadığım dar çevre bana ülke hakkında fikir verir olmuştu. Giderek uzaklaşıyordum. Bir otobüste, bir bakkalın, bir manavın önünde gördüğüm insan manzaraları bana devamlı bunu hatırlatır olmuştu. Sokaklarda, caddelerde gördüğüm insanlar gerek fiziksel görünümleri ve gerekse hal ve tavırlarıyla benlikleri üzerine güçlü bir otoritenin kurulmuş olduğu gerçeğini ele veriyordu. Konuşmalarından, kurdukları cümlelerden nasıl teslim olduklarını yakalıyordum. Egemene boyun eğmişlerdi. Buna ailemde de en yakın arkadaşlarımda da tanık olmak kötü bir deneyimdi doğrusu…
Eh tabi böylesi bir farkındalığa sahip olmak ve toplumda aklı biçimlendiren öğretilerin, düşüncelerin neler olduğunu kavramaya başlamak demek etrafınla çatışmayı da göze almak demek… Anlamaya başlamıştım. Benim aklımı biçimlendiren, beni akılcı düşünmeye yönlendiren içerikleri herkes almıyordu sonuçta. Okulla sınırlı ve egemen ideolojiyi aşılayan eğitimin dışına çıkamayan, kendini geliştiremeyen akranlarım yaşadığı toplumun genel akışında, katı değerler, inanç ve kalıp yargılarda kaybolup gidiyordu. Dahası yok olmamak için feodal nitelikteki, kast düzeniyle örgütlenmiş çıkar ve güç gruplarına dahil olmayı tercih ediyor, fırsatçılığı ahlaki bir öğreti olarak benimseyerek hayata ayak uyduruyorlardı. Bu onlar için aynı zamanda büyük itaat düzenine girişin ilk adımlarıydı.
Onlar çatışmazken ben belki dışımdan az ama içimde devamlı çatışıyordum. Artık çevremdeki birçok kişiyi değil görmek tanımak dahi istemez olmuştum. Zamanımın çoğunu bilimle, bilgiyle dolu yayın ve içeriklere ayırıyordum. Dinlediğim müzikler de değişmişti. Çatışmayı büyüdükçe ve toplumsal alanda erişkin ilişkilere yaklaştıkça daha fazla deneyimler olmuştum. Üstelik zihinsel aşamam yaşadığım ülkeyle, toplumla çok fazlasıyla çatışacak bir çizgiye ulaşmış, mesafe oldukça büyümüştü. Her şey giderayak yavan gelmeye başlamıştı. Yaşam biçimlerini, insanların tercihlerini, görüşlerini, konuşmalarını bayağı bulur olmuştum. Ne söyleyecekleri, neden söyleyecekleri, nasıl söyleyecekleri o kadar belliydi ki! Ama onlar hâkim olandı. Tüm toplumsal yapılar, gördüğüm tüm toplumsal kurumlar onların temsili gibiydi. Üstelik örgütlü birer güç olarak hareket kabiliyetine de sahiptiler. Aralarındaki dayanışma yok olma korkusu nedeniyle daha güçlü bir şekilde işliyordu. Yalnızlaşmam çok uzun sürmeyecekti.
Bir süre kendimde yaşadığım değişimin toplumsal alanda genel olarak yaşanan bir değişim olduğu yanılgısıyla büyümüştüm. Sonuçta insan aklıyla düşünüyorsa, eninde sonunda görecek, deneyimleyecek ve anlayacaktı. Lakin böyle olmadığını erken yaşlarda anlamaya başladım. Evet akıl dışı düşüncelere, inançlara kendini kaptırmış bir toplumla karşı karşıya olduğumun farkındaydım. Yaşadığım mahallede geldikleri kültüre, kökene bağlı olarak zaman zaman farklılaşan ama çoğunlukla ortak nitelikler taşıyan türlü türlü batıl fikir, değer ve kabule sahip çok sayıda insana tanık olmuştum. Kaderciliğin, yoksullukla tehdit eden, boyun eğdiren düşüncelerin bir toplumu nasıl esir aldığı, düşünme ve sorgulama yetisinden koparılmış onca insanı nasıl yarattığını ve derin bir cehalete nasıl taşıdığını gözlerimle görmüştüm.
Hayata aynı yerden, aynı şekilde bakmadığımız apaçıktı.
Tavırlarımdan olacak davranışlarımı ergenlikle açıklamaya çalışanlar oldu. Kendini beğenmişlikle yorumlayanlar da. Lakin kimse bilgi farkına, öğrenme farkına, öğrenmeyle doğan bir gelişme farkına yormamıştı. Etrafım adeta tarihin bir anında donmuş, bulanıklaşmış, silik bir görünüm halini almıştı. Hayatımdaki yerleri, varlıkları giderek önemsizleşiyordu.
Mahalleden kopup da üniversiteye başladığım yıllarda bilimsel, akla dayalı bilginin yayıldığı bu kurumlarda daha bir ileriye doğru sıçrayacağım inancıyla doluydum. Ama bu inancımı yıkacak deneyimlerle karşılaşmam çok uzun sürmedi. Yıllar sonra ister üniversite ister devlet dairesi, isterse de bir sivil toplum kurumu olsun her sosyal yapının toplumun bir izdüşümü olduğu gerçeğini anlayacaktım. Sonuçta hepsi aynı toplumun ve egemen insan formunun bir mahsulü…
Üniversiteler de bu gerçeklikten uzakta değildi. Dersler bilimsel ilerlemeye yönlendirecek bir nitelik taşımadığı gibi bilimle alakaları dahi sorgulanabilirdi. Üstelik derslere girenlerin de yetersizliklerine tanık olmuştum. Üniversitenin değiştirici bir rolü yoktu, düpedüz statükonun, toplumun geri kalmışlığının bir izdüşümüydü. 12 Eylül sonrası bu kurumların içi boşalmıştı. Toplumsal alanla ilgili eleştirel herhangi bir bakış açısına zerre fırsat bırakılmamıştı. Sosyal bilimler alanındaki derslerin adeta elekten geçirilmiş olduğu, yalnızca egemen düşünceleri aktaracak şekilde ayarlandığını anlamamak için kör olmak gerekiyordu. Lakin sınıfın ekseriyeti sosyal bilimler bakımından çok zayıftı. Öğretim deneyimlerinin onları bir örnek ve itaate uyumlu olarak hazırlamış olduğu açıktı. Anlaşılacağı üzere askeri darbe sonrası egemen sınıf okulların, üniversitelerin hakkından gelmişti. Zerre aksi bir görüşün, eleştirel bir düşüncenin olamadığı böyle bir ortamda neyin bilimi beklenebilirdi ki!
İçinde bulunulan koşullar zamanla birçok kişide olduğu gibi beni de “geleceğimi nasıl kurtaracağım” telaşına sürükledi. Toplum egemen sınıf ve onların hizmetindeki politikacıların bir ürünüydü. Bir kere daha bu gerçekle yüzleşmiştim. Politik olarak ortalığa saçılan görüşlerin, konuşmaların akılcılıktan ne kadar uzak olduğunu, uzaklaşmak ve hayatımı değiştirmek istediğim mahalleden ise bir türlü çıkamadığımı görmeye başlamıştım.
12 Eylül askeri darbesinden sonra ortaya çıkan Türkiye politik ortamına tanık oluyordum. Bu tanıklık toplumdaki fay hatlarını anlamama, kırılmaların nerelerde bulunduğunu kavramama neden olmuştu. “Okumalarım ne kadar yetersizmiş” dediğimi hatırlıyorum. Alternatif kaynaklar okudukça bu görüşüm daha bir perçinleniyordu. Bildiğim birçok şeyin aslında bildiğim gibi olmadığını, anlatılmayan yönleriyle birçok yanlışın doğru olarak sunulduğunu görüyordum. Gördükçe görüşlerine saygı duyduğum kişilerden de uzaklaşmaya, en yakın ilişkilerimden soğumaya başlamıştım. Düpedüz bir yalan dünyasının içinde miydim yoksa?
Anladıkça birlikte yaşamaya dair özelliklerini giderek kaybeden, akılcı düşünemeyen, çözümsüzlüğe sürüklenmiş bir toplumu tanımaya başlamıştım. Akıldan, bilimden uzak bu toplumun politik yapıları, temsilleri de akıldan, bilimden uzaktaydı. Ama gel de bunu anlat!
Hayatın akışı toplumun alt sosyal kesimlerinden gelenler için belirlenebilir, öngörülebilir bir konu değil. Yaşadıkça bu görüşüm de keskinleşti. Çünkü belirleyici olanlar o kesimler değil. Akılcılık temelli araştırmalar, çalışmalar bu sınıflar üzerinde pek işe yaramıyor.
Bir kere sebep-sonuç ilişkilerinin inceleneceği gelişmeler hiyerarşik olarak yapılanmış ve güç ilişkileriyle yürüyen bir toplum düzeninde çözümlenemez bir sorunsala dönüşüyor. Yani şu nedenle şu olduysa, şu sonuçlar olur demek çok zor. Misal çok başarılı, çok donanımlı biri olman istediğin hedefe erişebileceğin anlamına gelmiyor. Bunlar sınıfsal ilişkilere, örgütlü güç ilişkilerine bağımlı konular. Çok bilinmeyenli denklem gibi. Türkçesi şu: “neyi bildiğin değil kimi tanıdığın önemli”. Akademide bulunduğum süre içinde bilimle haşır neşir olanların, çok nitelikli çalışma yapanların değil de belirli güç odaklarının içinde yer alanların kolaylıkla ilerlediğine tanıklık edince bunu çözümlemem çok zor olmadı. Nihayetinde bu ülkenin egemen sınıfı varlığını devam ettirebilmek için böylesi bir toplum yapısına sahip olmalı. Boyun eğmeyenlere ve düzeni sarsabileceklere yer olamazdı.
Ders sonrası devam eden bu uzun konuşmanın sonunda gerçekten de çok yorulduğumu hissettim. Kısa bir sessizlik oldu. “Eh artık bir kahveyi hak ettim” diyerek gülümsedim. Yüzünün düştüğünü görebiliyordum. Bir şeyler diyecek gibiydi, diyemiyordu. Belli ki böylesi bir anlatıyla sorusuna yanıt vereceğimi o da beklemiyordu. Ama madem akademisyen olmak istiyor bunları duymalıydı. Öyle kolay lokma yok. Odanın bir köşesindeki ısıtıcıda kahveyi hazırlarken “hiç vazgeçmeyi düşünmediniz mi?” dedi. “Onca şeyin farkında olup da vazgeçmeyi düşünür müydün?” dedim.
Zaman akıyordu ama herkes için aynı koşullarda değildi işte. Bunu o da deneyimleyecekti. Türkiye toplumu dönüşemiyordu. Yıllar önce bıraktığım yer neresi ise orada öylece duruyordu. Tarihin bir kesitinde adeta donmuş gibi… Onda kendimi görmüştüm. Ama o varsa diğerleri de var demektir.