Belirsizliği kim sever? Önünü görmek, yarınlardan daha bir emin olmak ister insan. Ama belirsizlikleri yaratan da kendi değil mi neticede?
Şüphesiz düşünsel gelişim, öngörü yeteneği ve kararlar bu konuda etkili. Ancak toplumsal yapı, temsiller ve güç ilişkilerini de göz ardı etmemeli. Sonuçta insan aklı bireysel olduğu kadar toplumsal bir konu, saksıda değil içinde yaşadığımız toplum düzeninde serpilip gelişiyor.
Yalnızca kendi yaşamımızdaki belirsizliklerin değil, politik toplumun geleceğine ilişkin belirsizliklerin de kaynağı durumundayız. Nihayetinde politik bakımdan gelişmemiş zihniyet ve temsillerin belirsizlik yaratma kapasitesine ilişkin örnekleri tarih boyunca görmedik mi?
Topluma, gelişmelere, hayata tek bir çerçeveden hep aynı açıdan bakarak hayatı yorumlamak her konuda belirsizlik halini besliyor, orası kesin. Tabii biraz da nereden baktığına, olan biteni nasıl okuduğuna bağlı olmalı. Hangi düşüncelerle besleniyorsan etrafına bakışın da ona göre gelişiyor sonuçta.
Misal içinde bulunduğun toplum ilişkilerine, değer ve kabullere ekonomi-politik çerçeveden, bu bakımdan edindiğin bilgi ve deneyiminle bakarsan, ezen ezilen ilişkilerini, ekonominin ve örgütlü güç ilişkilerinin iktidarı nasıl belirlediğini, buna ilişkin tarihsel değişimi, gelişmeleri daha bir geniş açıdan görür, başka şeyler anlarsın, doğruymuşçasına sana belletilmiş tutucu değer kalıpları, gelenekler, kabuller üzerinden bakarsan başka. İlkinde değişime açık biri olarak gelişirken diğerinde bir statükocuya dönüşür, kalıplaşmış fikirlerin esareti altında başka bir aklı yaşarsın.
Şu yaşadığımız dönemin dünyasını biraz olsun ekonomi-politik toplum düzeni ve ilişkileri açısından görebilsen keşke! Tabi bunun için sıradan masallara değil, bilime, araştırmaya ihtiyacın var. Aklını yormak, kendini geliştirmek için ilerici eğitime önem vermek zorundasın. Emek vermen gerekiyor, emek, öyle kolay değil gelişmek!
Eğer böyle bir yolu tercih etseydin şu yaşadığımız toplumsal sorunları değerlendirmen de farklı olurdu tabi. Son yüz elli yıllık dönemde egemen olan, fabrika üretimine dayalı, bir örnek, seri ve kitlesel nitelikteki üretim ekonomilerinin yarattığı tarihsel ve toplumsal değişimi anlar, gelecekte bizi nelerin beklediğini daha bir farklı görebilirdin mesela. Ama sen hala “göklerden gelen bir karar vardır” diyerek başka bir alemde gezmektesin.
İşte içinde yaşadığımız büyük açmaz bu: Görmek ya da görememek. Bir yanda üretim ilişkilerindeki değişimin değerler, kabuller bakımından toplumsal dinamikleri, politik olarak yönetim biçimlerini nasıl değiştirdiğini görebilenler, diğer yanda bunun ne olduğu hakkında fikir sahibi dahi olmayan, akıl gözü kapalı milyonlar.
Tabi bütün bu bakış açısı hayatımızı köklü bir şekilde etkileyen demokrasi hakkında neyi nasıl anladığımızı da etkiliyor. Üretim ilişkilerinin yapısı, egemen ekonomi ve güç ilişkileri demokrasinin ne yönde değişeceğinin de habercisi.
Neden konuyu buraya bağladığımı da hemen izah edeyim. Malum 23 Nisan kutlamalarımızı yaptık, TBMM’nin 104’üncü yılını kutladık. Dikkatinizi çekerim, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” diyerek kurulmuş olan bir meclisi kutladık.
Ama durum gerçekten öyle mi?
Bardağın dolu tarafından bakanlar, mevcut koşullardan faydalananlar “Evet öyle, nesi varmış demokrasimizin? Egemenlik milletin işte, oy verebiliyorsun, seçim de yapabiliyorsun, daha ne istiyorsun?” diyebilir. Ama yaşadığımız çağa, gelişmiş dünyanın vardığı aşamaya baktığımızda, demokrasiden herkesin aynı şeyi anlamadığını, aynı beklentilerde olmadığını kolayca görmek mümkün.
Genel görünüm o ki millet kendisine sunulan kadar demokrasiyle yetinmiyor artık. Devir değişti birader, eskinin kalıpları dar geliyor.
Yalnız buraya dikkat! “Kendisine sunulan kadar” diyorum özellikle, zira demokrasi aslen talep ilişkilerine, serbestçe fikirlerin söylenebildiği, düşüncelerin özgürce dolaşabildiği bir piyasa düzenine dayanmakla birlikte bu topraklarda henüz böyle işlemiyor… Sunulduğu kadarına zorlandığımız bir demokrasi içindeyiz.
Buradan demokrasiye ilişkin olarak yaşadığımız toplumda farklı beklentiler, farklı tatmin noktaları olduğuna da dikkat çekmek istiyorum. Demokrasi yalın haliyle her vatandaşın eşit haklara sahip olduğu ve temsili ya da doğrudan yollarla kararlara katıldığı bir yönetim biçimi. Hal böyle olunca çok geniş bir çerçeveden bakarak dünyada birçok antidemokratik ülkeyi dahi demokratikmiş gibi yorumlayabiliriz. “Ne yani” derler, “bizde de herkes kanun önünde eşit haklara sahip, herkes oy kullanıyor, seçim yapabiliyor” derler, “bizde de meclis var” derler, “temsil var” derler… Derler de derler. Elin çenesini tutacak halimiz yok. Bu kadarlık bir demokrasi neyinize yetmiyor ama değil mi?
İşte bu sunulduğu kadarıyla yetinilen, yetinilmediğinde “yetinin” denen demokrasiye ben “arz demokrasisi” diyorum. Size arz edilen demokrasi. “Kim arz ediyor?” derseniz oraya da değineceğim birazdan.
Bir politik toplumda demokrasinin varlığından bahsedebilmek için gerekli, zorunlu kurumlara ihtiyaç var. En basitinden temsili bir demokrasi için temsilcileri seçip, onların bir araya gelerek yasama faaliyeti yapabilecekleri bir meclis lazım. Meclisin yasama yapma yetkisini nasıl kullanabildiği, yürütmenin yasama üzerindeki gücü çok belirleyici. Yürütme de seçimle geliyor sonuçta. Ayrıca yargı var. Gerçi her demokraside yargı temsilleri seçimlik bir mevzu değil. Ayrıca yargının demokrasilerde anayasa ve halkın çıkarları için nasıl yapılandığı da ayrı bir konu. Yani erkler arası ilişkiler demokrasinin niteliği, kalitesiyle ilgili önemli bir başlık. Buradan bunu anlayabiliriz.
Demek ki demokrasi eşit yurttaşların devletin idaresine ilişkin kararlara katılmasını sağlayan bir yönetim biçimi ve bununla devletin yönetim organları oluşuyor. Ama bunun nasıl uygulandığı, yani yönetime katılma biçimine ilişkin sınırların nasıl yapılandırıldığı demokrasinin kalitesine ilişkin bir çıpa oluşturuyor. Antik çağda köleler ve alt sınıfların devlet yönetimine katılması benimsenmediğinden demokrasi kötü bir rejim olarak tanımlanırdı, oralardan buralara geldik, bunu da belirtmekte yarar var.
Tarih boyunca türlü türlü yönetim biçimlerini deneyimlediğimiz bir gerçek. Soyluların yönetimine dayalı aristokrasi, liyakatlilerin yönetimine dayalı meritokrasi, varlıklıların yönetimine dayalı plütokrasi, etkin grupların yönetimine dayalı etnokrasi, askerlerin yönetimi olarak stratokrasi, dini yönetimler olarak teokrasi, uzmanların yönetiminde teknokrasi, zengin ve güçlülerin yönetimi olarak timokrasi, hırsızların yönetiminde keptokrasi ve popülist siyasetçilerin yönetimi olarak da oklokrasi.
Anlayacağınız yok yok. Hepsini bir şekilde deneyimledik. Ama konu demokrasiye gelince işimiz pek öyle kolay olmadı nedense. Bir ucu şu saydığım yönetim biçimlerine bağlanmış bolca “demokrasimsi” deneyimimiz oldu. Biz demokrasi sandık, oysa alakası yoktu. Üstelik “dağdaki çoban”la sorunumuzu da halledemedik.
İnsanlık demokrasiye dayalı rejimlerin gelişimi için yol almaya devam ediyor ancak kolay bir süreç değil. Üstelik yaşam biçimleri değiştikçe demokrasiden beklenti de değişiyor. Geniş bir zaman dilimi içinde ve üretim-tüketim ilişkileri bağlamında toplumsal gelişmelere baktığımızda demokrasinin gelişimini daha iyi yorumlayabiliriz. Çok karmaşık bir bakıştan da bahsetmiyorum aslında.
Piyasa ekonomisi bilindiği üzere arz ve talep denklemi üzerine kurulu. Literatürde serbest piyasa ile kastedilen şey arz ve talebin serbestçe belirlendiği, üzerinde güç ve büyük çıkarların egemen olmadığı bir piyasa. Tabi teorik olarak böyle. Bunu bozacak gelişmelere karşın da önlemler olmalı sonuçta. 19’uncu yüzyılın devrimler yaratan kuşağının serbest piyasa anlayışı ile bugünün kapitalist egemenleri arasında da sanırım bazı farklar var.
Demokrasinin serbest piyasa açısından önem kazanmasının nedeni de bu aslında. Yani herkes hür bir şekilde kararını verebilmeli, tercihler üzerinde büyük çıkarların ve güçlerin etkisi oluşmamalı. Piyasaya giriş ve çıkışları engelleyen karteller olmamalı, piyasada her şey, her karar serbestçe ve kişilerin hür iradeleriyle belirlenmeli.
İşte bu dediğimiz şeyler politik alan için de geçerli.
Son yüz elli yıllık süreçte fabrika üretimine dayalı ekonomilerle birlikte feodal siyasal kurumlar yıkıldı ve yerlerine bugün bildiğimiz anlamda temeli demokrasiye dayalı siyasal kurumlar geldi. Kısaca söylemek gerekirse saltanatlar yıkıldı, millet iradesine dayalı rejimler oluştu.
Aslında değişen egemen üretim biçimiydi. Toprağa dayalı üretim yerini fabrikaya dayalı üretime bırakmıştı. Artık toprak sahipleri siyasi güçleri, iktidarı belirlemiyordu. Belirleyen fabrikanın sahipleriydi. Pardon siz halk mı zannetmiştiniz!
Politik alana girişin önündeki engelleri düşündüğünüzde, seçme ya da seçilme bakımından var olan düzenlemelere baktığınızda biraz bu sözleri anlayabilirsiniz. Üstelik lafı kıvırmadan söylemek gerekirse “engelin olmadığını sandığınız bir engelin” içindesiniz. Piyasa ile serbest piyasa arasındaki ayrımı anladığınızı varsayıyorum. Demokrasi ile “serbest demokrasi” arasındaki farkı da böyle yorumlayabilirsiniz.
Fabrika ekonomisi 1970’lere kadar piyasa ve toplumu biçimlendiren bir unsur oldu. Dolayısıyla da politik iktidarları. Yani fabrikanın kitlesel üretimi ve sermaye birikimi için ihtiyaç duyulan ne varsa her şey buna göre şekillendi. Tüm değerler, kutsal sayılan, kabul edilen, tabu olan ne varsa fabrikanın amaçlarına göre yeniden şekillendi. Modern toplum dinamikleri, kurumları oluştu. Toplumdaki tüm egemen ilişkiler fabrikanın bir yansıması olarak biçimlendi.
Fabrika 1970’lere kadar düşünceleri, değerleri biçimlendirmenin ötesinde demokrasinin de çıpasını belirlemişti. Zira üretimin yarattığı güç çok büyüktü. Önemli olanın üretmek olduğu ekonomi anlayışı üretim araçlarına ve üretim sistemlerine sahipleri egemen kıldı. Üretim gücünü elinde bulunduranlar, üretimi arz edenler toplumun nasıl yaşayacağını da belirler hale gelmişti. Tek renk kumaş üretebiliyorsak kasabadaki herkes tek renk giysin!
Talebin, tüketim talebinin zayıf olduğu ya da gelişmediği, politik yapılar üzerinde etkisinin yok olduğu yıllardan bahsediyorum. Demokrasi üretim güçlerinin ve ilişkilerinin yarattığı politik kurumların omuzlarında yükselmişti. Bir meclis vardı ama temsil biçimi, seçim biçimleri, devletin her görevlisinin seçimle gelip gelmeyeceği gibi konulardan, neyi seçip neyi seçemeyeceğimize ilişkin sınırların olduğu bir demokrasiden söz ediyorum. Evet bütün bunlar üretim arzına dayalı bir ekonominin yarattığı güçlerin politik kurumlarınca belirleniyordu. Yani fabrikanın sahibi arz gücüyle tüketimi yönetirken devlete egemen politik temsil ve kurumlar da arz gücüyle demokrasinin çıpasını belirliyordu. Meclislerin nitelikleri, kimlerin temsilci olabileceği, oy verme sayım yöntemleri, seçme ve seçilme kanunları boşa düzenlenmemişti neticede. “Kim seçebilir, kim seçemez, kim seçilebilir, kim seçilemez” tartışmalarıyla geçti gitti yıllar. Şu zamanda dahi seçildiği halde meclise giremeyenleri hatırlarsanız halen de devam ettiğini anlarsınız. Yani bir arz demokrasisi içindeyiz vesselam.
23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılıyla hayat bulan genç Cumhuriyet demokratik kurumlarını hazırlamakla geçirdi ilk yüzyılını. Demokrasi için başta da değindiğim üzere demokrasiyi yaşatacak kurumlara ihtiyaç var. Bu konuda maharetli olunduğunu söylemek pek mümkün değil. Batıdaki gibi sanayileşme sürecine girememiş, bu konuda her bakımdan yetersizliği yaşayan bir ülkenin, toprağa bağımlı ekonomisiyle demokratik gelişimini sağlaması kolay olmayacaktı elbette. Çok partili denemeler, askeri darbeler derken feodal kafaların elinde bir demokrasi bugünlere kadar ancak bu haliyle gelebildi. Yaşadığımız tek kelimeyle bir arz demokrasisiydi. Devlet kurumları gücüyle ve devleti elinde tutan güçlerin marifetiyle ne kadar demokrasiye uygun görüldüysek o kadarını yaşayabildik. “Toplumda bir demokrasi talebi var mıydı ki abicim?” sorularıyla yıllarımızı harcadık. Arz edilen bir demokrasi çizgisinde demokrasimsi bir şeyler yaşadık gitti.
1970’lerle birlikte teknolojinin de itici gücüyle batıda ekonomiye ilişkin değişimler yaşandı. Üretim 1.0, 2.0, 3.0, 4.0 derken üretimin mükemmelleşmesi tüketime ilişkin değişimleri tetikledi ve piyasa oyuncularının rollerini etkiledi. Eh madem kitlesel, bir örnek üretimin önündeki tüm engeller kalktı o zaman tüketim pazarlarını biçimlendirmeye başlanabilirdi.
Tüketim yönlü bir ekonomi ve yeni güçler oluşurken piyasa sivilleşmeye, sermaye yapı değiştirmeye başladı. Artık tüketimdekiler üretim üzerinde de etkili olmaya, üretimin yapısına, üreticilerin niteliklerine karar vermeye başladılar. Tüketimden doğan talep ekonomisi gücünü arttırdıkça politik kurumlarda da yansımalar oluştu. Dijital teknolojilerin tabii ki bu gelişmelerde rolü var. Ve nihayetinde yaşam biçimlerine ilişkin talepler değişmeye, yukarıdan dayatılan değerler önemini yitirmeye başladı. Politik partilerin örgütlenmesi, temsil ve seçim biçimleri eskinin bilindik yöntemlerinden uzaklaştı. Sokaktaki artık oyuncu olmuştu. Sivil haklar bağlamında önemli değişimler yaşanıyordu. Bir demokrasiden söz edilebilmesini içeren cümlelerin içine yeni kelimeler, metinler eklenmeye başlamıştı.
Tabi bütün bunlar dünyanın her gelişmiş ülkesinde aynı düzeyde ve nitelikte olmadı. Ancak gelişme devam ediyor. Tüketim pazarlarında yaşanan deneyimlerle talep piyasası gelişiyor, talep demokrasisi büyüyen talep ekonomisinin kurumları üzerinde yükseliyor.
Bize gelirsek…
Biz hala üretimin, yani üretim araçlarına sahip olanların belirleyici olduğu, ekonomisi ve dolayısıyla sosyal kapasitesi endüstri 2.0 ile 3.0 arasında bir yerlerde debelenen, toplum aklının ekonomi egemenlerine hizmet için eğriltildiği, heyula gibi bir devlet gücü altında birey olarak bireyin var olamadığı bir politik sürecin içindeyiz. Arz edilen neyse onu demokrasi sanan, “parmak boyasıyla oy kullanma kafasında”, gelişmiş, medeni dünyanın katılımcı, ortak akla ve kararlara dayalı demokrasi çizgisinden fazlasıyla uzaklarda bir ülkeyiz.
Yaşadıklarımız bir tiyatrodan ibaret, gerçek anlamda bir demokrasiyle, çağın demokrasi gereksinimleriyle bir alakası yok. Bundan dolayıdır ki görebilenler için yaşadığımız ülke demokratik değil. Ama göremeyenlere sorarsanız: “Daha ne istiyorsunuz kardeşim?”