“Ne yazsam acaba?” diye düşündüğüm hiç olmadı benim ama “hangi birini yazsam?” diye kararsızlığım çok oldu. Nasıl olmasın, yazmak için bu topraklar öylesine zengin ki! Ama okur bitti, eskisi gibi okuyan kuşaklar da…
Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Victor Hugo, Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Pablo Neruda, Orhan Veli, Ahmet Hamdi Tanpınar… Burada say say bitiremeyeceğim yerli yabancı birçok yazarı, şairi gençlik yıllarımda takip eder, onların nasıl önemli insanlar olduğunu düşünür, imrenir, bir gün onlar gibi bir anlatım diliyle yazıp yazamayacağımı çokça sorgulardım. Yazı büyük olaydı benim için, sihir gibi bir şeydi. Eh tabi okumak da!
Deli gibi okuduğumu hatırlarım. Roman, öykü, çizgi roman, hikâye, deneme, makale demeden her tür yayın, kitap, dergi, neşriyat. En çok da roman ve deneme eserlerine eğilimliydim. Öykü kitapları da gelirdi peşi sıra. Öyle kalmış aklımda. Ama üç kuruş harçlığımı biriktirip, gazete kuponlarıyla ansiklopedi fasikülleri topladığımı, genel kültür yapacağım diye ahşap divanda uzanıp kâğıdın kokusuna dalarak gün boyu sayfa sayfa okuduğumu da hatırlarım.
Eh tabi okudukça kozandan çıkıyor, küçük dünyandaki gibi bir hayat olmadığını görüp değişiyorsun. Dışarıyı, toplumu tanıyorsun. Neyin ne olduğunu anlamaya başlıyorsun. Bende de öyle oldu.
Okuyanlar iyi bilir. Kitap sayfaları nice hayatları, farklı değer, düşünce ve duyguları aynı zaman dilimine sığdırır, yaşatır. Senin anlayacağın çuvalla para döksen yaşayamayacağın şeylere tanık olursun. Seksen günde dünyayı gezdiren Jules Verne mi dersin İnce Memed’in Abdi Ağa ile mücadelesi mi, kambur Quasimodo’nun Esmeralda uğruna din taassubuna karşı verdiği kavga mı yoksa çarlık düzeninde yozlaşmış bir toplumda aşkı uğruna kendini bir trenin altına atan, kitabın yazarı Tolstoy’u bile son satırı yazıp nokta koyduğunda hüngür hüngür ağlatan Anna mı? Her kitap ayrı bir dünya işte, seni farklı bir yerlere, aslında kendini bilmeye taşıyor.
Şimdi düşünüyorum da andığım o yazarların öne çıkmasını, bilinmesini ve yazının, yazarın saygı görmesini sağlayan yine o yılların insanlarıymış. Okumanın, ama kitap okumanın değer gördüğü, az biraz da olsa toplumda yüceltildiği yıllarmış o yıllar. Bugüne baktığımda ise genciyle yaşlısıyla, erkeği kadınıyla, ailede ya da iş hayatında etkili toplum temsilleriyle her kesimden insanda okumanın bir anlam ifade etmediği ya da çok az ettiği koca bir kuşak görüyorum. Anlam ifade etmesini geçtim, boş mevzular olarak gören bir kesim dahi var, orası da ayrı bir acı.
Benim gibilerin dar çevrelerine bakıp çocukların, gençlerin okuduğu ve okumaya olan ilgilerinin yüksek olduğu yanılsamasına da kimse kapılmasın. Bunu ispatlayan öyle çok araştırma var ki. Alın size bir tanesi; TÜİK’e göre -ki TÜİK deyince ne kadar doğru olduğu şüpheli- 2022 yılında 15 yaş ve üzeri fertlerin yüzde 69’u hiç kitap okumamış. Bir nüfus düşünün hiç kitap okumamış oranı bu olsun. “Hiç” diyorum, dikkatinize sunarım. 65 yaş üstü kişiler, %14,1 oran ile en az kitap okuyan yaş grubunu oluşturuyor. Kitap okumaya günde sadece bir dakika zaman ayrılıyor. Bakınız koca bir günün yalnızca bir dakikası diyorum. Günlük televizyon izleme süremiz ise 4 saat 33 dakika…
Çok veri var bu konuda, çok. Konu uzar gider bu rakamlarla, burada uzun uzun vaktinizi almayayım, dileyen internet ortamında araştırsın.
Akademik mesleğim boyunca üniversite eğitimi için gelmiş, bir kütüphane yüzü görmeden, bir edebiyat kitabı okumadan mezun olan onca öğrenciye tanık olmuş biriyim ben. Bu konudaki hislerimi iyi anlarsınız sanırım. Okuma, araştırma, bilme konularında tembel bir ülkeyiz vesselam. Özellikle bilime dayalı içerikler, araştırma yayınları konusunda durum hiç iç açıcı değil. Hal böyle olunca da toplumsal düşünce alanı zayıflıyor, niteliksiz bir yapıya evriliyor.
Aklıma Ölü Ozanlar Derneği filmi geldi. Daha doğrusu geleneksel yöntemlerle eğitim veren bir okula yeni başlamış, kalıpları zorlayarak edebiyat ile şiir ile öğrencilerin hayatlarına dokunmaya, onları başka bir dünyayı, gerçek yaşamı göstermeye çalışan öğretmen Bay Keating geldi. Robin Williams’ın canlandırdığı bu karakter bir sahnede öğrencilerinden birine yönelerek “Kitap okuyor musunuz Bay Anderson?” diye seslenir. Öğrenci “Okumuyorum, eksikliğini de hissetmiyorum” diye biraz da küstahça yanıtladığında öğretmen “Ama biz hissediyoruz” diyerek son noktayı koyar. Kalıp yargılar, tutucu görüşler, bilgisiz savunular arasında yaşamını sürdürmek zorunda kalan okumuş etmiş az sayıdaki insan için hayat tam olarak bu işte. Tam bir perişanlık hali, tam bir cehennem.
Sorun sadece okur sayısı mı?
Değil elbette. Piyasada dolaşımda bulunan, erişilen içerikler de gittikçe niteliksizleşiyor. Özellikle bugüne baktığımızda paranın, tüketimin her şekilde önemsendiği yaşam biçimlerinde içeriklerin de giderek egemen ekonomiyle biçimlenmiş topluma ve taleplere uyum sağladığını görüyoruz. İnsani değer ve kabullerden uzak, mekanik, robotlaşmış ve güç hizmetkarı bir insanı, yaşam biçimlerini kutsayan, yücelten, pazarlayan yayınlar, basılı ya da dijital, kitap, dergi, gazete demeksizin her tür yayın her yeri ele geçiriyor.
Piyasada alınıp satılan kitap talebe bağlı bir metaya dönüşünce, daha doğrusu o talebi yöneterek insanı güç ilişkilerinin kademelerine hazırlayan şirketler tarafından kontrol altına alınınca içerikler de kaçınılmaz olarak başkalaşıyor. Buradan kastım egemen içerikler, yani dağıtıma giren, geniş kitlelere erişebilen, toplum tarafından kabul görmesi amacıyla popülerlik sağlanan içerikler. Tür fark etmeksizin her tür kitaptan, yayından bahsediyorum…
Böylesi yaygın bir içerik gücü giderek büyüyen bir yozlaşmayı, insanilikten uzaklaşmayı da tetikliyor diyebilirim. Üstelik görsel işitsel medyanın, dijitalin aynı güç merkezlerinin elinde niteliksiz gelişimi bu süreci daha da kötü hale getirdi. Bu olumsuz hal yaşamın her düzeyinde, tüm ilişkilerde, tercihlerde, politik alanda egemen, baskın bir noktaya erişiyor. Senden benden yani az sayıdaki okurdan, kendini geliştirme heyecanında olan, farkındalığı bir nebze de olsa gelişmiş insanlardan bahsetmiyorum burada. Büyük kitlelerden, bayağılığın, tüketim araçlarının üzerine kurulmuş iktidarların eline düşmüş yığınlardan bahsediyorum.
İçerikler başkalaşıyor. İçeriklerin erişimi, piyasalaşmış bir toplum düzeninde dağıtımı kapitalist üretim ve tüketim düzeninin güç yapıları tarafından düzenleniyor, kontrol altında tutuluyor.
“Abi iyi de ne olacak şimdi, bu hal neyi etkiler?” diyenleriniz olabilir. En sıradan haliyle, kimi zaman önemsemeden geçtiğimiz nezaket anlayışından tutun da toplumların biçimlenmesinde başat rol oynayan politik düşünce ve anlayışlara, değer yargılarından bilgi kapasitesine, kendini ifade etme yeterliliğinden kendini bilmeye kadar o kadar çok şeyi var ki etkilenen.
Bir Weber bir Marks, Engels okumamış biriyle, bir Auguste Comte, Emile Durkheim okumamış biriyle toplumsal sorunları ilgilendiren, politik konuları değerlendiren hangi konuşma nereye varabilir?
Okumak, konular, kavramlar, olgu ve olaylar hakkında bilgi, fikir sahibi olmamızı düşünme kapasitemizin gelişimini sağlar. Ancak böylesi bir gelişmeye dahil olmayanlarla neyi nasıl konuşabiliriz? Çoğunlukla boş lakırdılardan, kişisel atışmalardan öteye geçmeyen ilişkiler…
İnsan konuşarak anlaşır derler. Konuşmak bir insani davranış mevzusu. Ancak nasıl konuşacaksınız? Hangi bilgi temeline dayalı olarak, hangi fikirlerin, değerlerin etkisinde? Dinlemesini biliyor musunuz? Dinlediğinizden ne anlıyorsunuz? Hangi konu, görüş sizde ne tür düşünmeyi, hangi düşünceleri tetikliyor, neden? İşte hepsi okumuşlukla ilgili şeyler. Ama dediğim üzere ne okuduğunuz çok önemli.
Hem okumanın, okumaların erken yaşlardan başlayarak gelişmesi gerekiyor. Belki bazılarımız “geç fark ediyor taşın sert olduğunu”. Ancak olsun, yine de dünyasında insani değerler gelişiyor, ileriye bir yolculuk gerçekleşiyorsa, varsın geç olsun…
Çoğunluk kitap okumaya karşı neden ilgisiz?
Gerçekten ilgi çekici bir soru. Verilerin de gösterdiği üzere hayatı boyunca okumaya ilişkin onca fırsat, deneyim yaşasa da insanlar günümüzde kitaplara, okumaya mesafeli. Tabi burada kastettiğim edebi nitelikte olsun ya da olmasın toplumsal alanda kendini geliştirme fırsatı sunan kitaplar.
Eğitimi yetersiz, okumaya ilişkin deneyimi zayıf insanları anlıyorum anlamasına da çocukları, gençleri anlamakta biraz zorlanıyorum. Hani onca çoluk çocuk, genç ortaokul, lise müfredatlarına maruz kaldığı, Türkçe ve edebiyat gibi dersler aldığı halde nasıl olur da okumaya eğilim az olur?
Tabii ki içinde yaşanılan çevrenin, genel olarak toplumdaki alışkanlıkların, kalıpların, kabul görmüş değerlerin çok fazlasıyla etkisi var. Burası kesin. Ancak okumayı yücelten, önemine işaret eden bir eğitim anlayışının olup olmamasını da göz ardı etmemeli.
Okul yıllarımı düşündüğümde buna daha açık bir yanıt verebiliyorum. O yıllarda da her eğitim içeriği ve konusunda olduğu gibi Türkçe ve edebiyat alanında da yalnızca sınavlara hazırlık amacı vardı. Edinilecek bilgi ile nedenler arasındaki bağ kopuktu. Dil bilgisi ve kuralları, bir edebi eserin içerik analizinden, yazarın hayatından daha önemliydi. Gerçekçi bir eğitim yoktu ortada. Yani ders kapsamında ele alınan eserler toplumsal tarihle, ekonomi politik ilişkilerle bir bütünlük içinde değerlendirilmiyordu. Misal, bir yazarın öykü, şiir ya da romanından bir kesit ders konusu olsun. Ele alınan içerik veya kitabın konusu ya da yazar incelenirken döneme ilişkin politik, toplumsal gelişmeler konuşulmuyor, yazar ya da eserin içinde geçen karakterler ve dönemin toplumsal güç yapıları arasındaki ilişkiler ya çok zayıf ele alınıyor ya da es geçiliyordu. Yalnızca kitap satırlarına sıkışmış bir inceleme ile o kitabın tam olarak ne anlatmak istediğini nasıl yakalayabilirsin ki! Politik bilgiden tamamen uzak bir toplum analizi nasıl olabilir? Üstelik yazarın yazdıklarıyla neyi ortaya koymak istediği, döneme ilişkin toplumsal düzen ve güç ilişkileri, yazarın hayatında kitabın, yazdığı karakterlerin ne ifade ettiği ve hangi koşullarda yazıldığı gibi bir dolu başlık dile gelmezdi bile.
Yani toplumsal bağlamından kopuk bir edebiyat metninin hangi etkiyi yaratması, hangi heyecanı uyandırması beklenebilir? Sonra neredeyse ezbere dayalı dil bilgisi, imla yoklamaları. Derken sınav odaklı bir edebiyat dersi. Kim ne kadar sever roman okumayı, şiir okumayı artık gerisini siz düşünün…
Bir de okumanın, edebi bir metni, felsefeyle, sosyolojiyle ilgili bir sosyal bilim metnini okumanın insanda yarattığı değişimi gören bazı güçler var. Onlar her devirde var oldular. Bunu da göz ardı etmemeli. Netice de boş durmaz öyleleri.
Okuyanlar yazanlar topluma ilişkin eleştiri getirenlerdi. Hal böyle olunca da düşünmeye, sorgulamaya mahal vermek istemeyen iktidar sahipleri için okur takımı tehlike demekti. Dışlanmalı, toplumdaki etkileri zayıflatılmalıydı. Okumuşluk küçümsendi, okumuşlar dışlandı. Yazarlarına neler yapılmadı ki? Dışlama sanırım en masum olanıydı.
Aklıma şimdi de şair Pablo Neruda’nın sürgün nedeniyle düştüğü bir İtalyan adasında mektuplarını ona taşıyan fakir, naif bir postacıyla yaşadıklarını anlatan İl Postino filmi geldi. Postacı, ünlü şairin şiirlerini âşık olduğu kadın için okumak, onu ikna etmek amacıyla çalmış Neruda hayranı biriydi. Bu yaptığından dolayı kendisini eleştiren Neruda’ya yanıtı nasıl da yapıştırmıştı ama: “Şiir onu yazana değil, ona ihtiyacı olana aittir.”
Her nasılsa ihtiyacımız olan şiire ulaşamıyorduk işte. Edebiyat derslerinde okuduğumuz şiirler bize kafiye, redif, aruz vezni, yazım türü, hece ölçüsü gibi konuları öğretmek amacı taşıyan, eleştirel düşünceye kaynaklık etmekten çok uzak eserlerdi. Çok azımız okulun dışında, dışarıda başka bir dünyanın olduğunu, toplumun dalgalanan bir deniz gibi çalkalandığını, olan bitenleri yazan yazarlar, şairler, kitaplar olduğunu görebiliyorduk.
O günler öyleydi de bugün çok mu farklı sanki! Şimdilerde Millî Eğitim Bakanlığı’nın yeni müfredat anlayışına özgü açıklamalarına bakılırsa durumun daha da iyiye gitmediğini hemen söyleyebilirim. Üstelik ben kırk yıl öncesinden bahsediyorum, bugün için hayal gücü size ait…
Edebiyat dersleri de diğer dersler gibi çok sıkıcıydı anlayacağınız. Gerçeklikten kopuk metinlerde yüzüyor gibiydik. Dilbilgisine ilişkin kuralları aktarmanın dışında, derste adı geçen bir yazarın, eserin toplumsal ilişkilerdeki yerine dokunan bir konu geçmezdi. Yazar, şair hayatına ilişkin bilgiler ise ansiklopedik nitelikte bile değildi. Bizim için yalnızca ezberlenmesi ve sınavlarda doğru şıkların işaretlenmesi için gerekli yazar ve kitaplar vardı. Yani benim gibi az sayıda yaşıtım biraz farkındaydı olan bitenin ama sınıfın genel havası başka bir yerdeydi. Zaten resmi müfredat içeriklerinde topluma eleştirel bakan, toplumsal düzeni sorgulayan edebiyat içeriklerini, yazarları bulmak imkânsız gibi bir şeydi.
Okumanın hayatımızdaki yeri önemsizleştirilmişti anlayacağınız. Kitaplar, edebi eserler ders geçmek için, sınıf geçmek için, sınav başarmak için okunmalıydı. Ödev kafası iyice yerleştirilmişti. Oysa Notre Dame’ın Kamburu, Don Kişot’un Sancho Panza’sı, Sabahattin Ali’nin Çirkince’si, Rıfat Ilgaz’ın Habamam Sınıfı neler neler anlatmıyordu? Ama nüfusun az bir kesimi için erişilebilir içeriklerdi bunlar. İnsani değerlere katkı verecek, yücelmesini sağlayacak eserlerin hiçbiri toplumun geneline erişemiyordu. Yasaklardan bahsetmiyorum bile. Hal böyle olunca da yozlaşma kangren gibi yayılıyordu.
Bugünden baktığımda hayal kırıklığı uyandıran okur sayıları hakkında şaşkın olduğumu ne yalan söyleyeyim pek söyleyemem. Okumanın değerli olduğu, insan için ekmek gibi su gibi hayati bir şey olduğu anlaşılmadığı sürece bu veriler hep böyle gelecek.
Okumayı, ama okul okumanın ötesinde, ödevci bir kafayla okumanın ötesinde, gerçek anlamda okumayı, toplumsal okumayı yeniden canlandırmalı. Uzun yıllarını eğitimde geçiren, yirmi milyona yaklaşmış çocuk ve gencin okumayla bağı geliştirmeli, edebiyatla, felsefeyle, sosyolojiyle, toplum bilimleri alanıyla ilgisi yeniden kurulmalı. Maalesef yaşıtlarım için çok şey söyleyemiyorum ama gelecek nesiller için edebiyatın, sosyal bilimlere ilişkin okumaların yaygınlaşması için çabalamamız gerekiyor. Eleştirel, sorgulayan, yaratıcı akıllara ihtiyacımız var. Ve bu gelişme edebiyata, toplum bilimlerine doğrudan bağlı. Ama böyle bir milli eğitim kafasıyla, böyle bir öğretim anlayışıyla bunlar olur mu? Hiç sanmıyorum…