Politika Yoksa Toplum da Yok

0
62

Çevremde politika dendiğinde yaygın olarak gördüğüm birkaç tavır: Apolitik, depolitik ya da antipolitik olmak. Bu kavramlar aralarındaki bazı farklara nazaran politik gelişmelere karşı kayıtsızlığı, politikanın dışında kalmayı ya da politika karşıtlığını ifade ediyor. Genel olarak konformist, statükocu, “bana neci” kişiliklerin tavrı bu yönde.

Baştan söyleyeyim bana göre bunlar insan doğasına aykırı.

Bir kere politika hayatın kendisi. İnsan toplumsal bir varlık olarak politikanın bizzat üreticisiyken öyle “ben politikadan nefret ediyorum”, “politikayla işim olmaz”, “bana ne politikadan” gibi lakırdıların bir anlamı yok. Bu söylemler dahi politika yapmaktan başka bir şey değil.

Şu sıradan yaşantıda yeni bir eşya almaya, evi boyatmaya ya da bir kitap okumak için zaman ayırmaya, bir film veyahut futbol maçı izlemeye, seyahate çıkmaya, çay demlemeye, bir işe girmeye karar vermiş olabilirsiniz. Evlilik, boşanma, doğum, miras, okula kayıt yaptırma, davalık olma, mahkemeye çıkma, kurban kesme, kiralama, satın alma, fal baktırma, adak adama, bir dilek ağacına çaput bağlama, muska yaptırma, yağmur duasına çıkma gibi hayatın herhangi bir aşamasında herhangi bir deneyimle karşı karşıya kalmış olabilirsiniz. Bütün bunların politikayla bir ilgisinin olmadığını düşünenlerden misiniz yoksa?

Yaşam biçimlerini, tercihleri, eğilimleri, beğenileri, koşulları, eylemleri belirleyen bir şeyden; benliği, kişiliği ve düşünce biçimlerini oluşturan, bir toplum içinde hangi hal ve koşullarda var olacağınızı belirleyen bir konudan bahsediyorum şu an.

Kavrama kaynaklık eden antik Yunan filozoflarından Platon’un Politeia’sı da politikanın bir toplumun kurallarını, yönetim biçimini ve devlet yapısını ifade ettiğini söyler. Yani devleti meydana getirecek olan kararlar toplumsal kuralların da belirleyicisi olan insana bağlı.

Peki o insan? Onu politik kararlara katılma ya da katılmama yönünde davranışlara iten hangi düşünce biçimidir?

Politika bildiğimiz birçok anlamın yanı sıra birlikte yaşamanın yollarını bulmaktır, karşıt fikirleri anlama çabasıdır, birlikte düşünmektir, birlikte karar alabilmektir. Politika bir toplumsal yeterliliktir, birlikte konuşabilmektir, birlikte hareket etmenin yollarını arama, bulma çabasıdır. Dolayısıyla güncel siyasi gelişmelere bakarak bir insanın kendisini politika dışında olduğunu iddia etmesi, politikayla ilgilenmiyorum demesi koca bir aptallıktır. Eğer bir toplumun üyesiyseniz politikadan kendinizi soyutlayamazsınız. Zira toplumun ve doğal olarak insanın tabiatı politikadır, politika üretmektir. Aristo’nun dediği üzere insan “zoon politokon”dur yani “politik bir hayvan”dır.

Zaten bir topluluk, bir kitle, yığın değil de toplum olmamızı sağlayan şey de budur. Her ne kadar bizim gibi birçok ülkede halen bir topluluktan bir yığından öteye geçilememiş olunsa da…

Topluluktan toplum olmaya geçiş ve bugün bildiğimiz anlamda kanunlar önünde eşit vatandaşlığa ilişkin ilk önemli gelişmeler yine Antik Yunan’da milattan önce beşinci yüzyılda dönemin general ve politikacısı Perikles zamanında yaşanmış. Atina’nın ilk vatandaşı olarak da gösterilen Perikles toplumun, toplumsal düzenin ortaya çıkmasına kaynaklık eden yasa ve düzenlemeleriyle bilinir. Mesela kadınların bir vatandaş olarak kabul edilmesi onun döneminde olmuş…

Topluluk ve yığınlarda da politik düşünceler vardır mutlaka ancak bunlar düşüncede kalır, toplumsal alanın belirleyicisi değildir ve anladığımız biçimiyle kurumsallaşmış bir politik dünyadan ve toplumsal düzenden söz ötmek mümkün değildir. Politik kurumlar toplumsal varoluşun üzerine gelir. Yani toplumsal varoluş gerçekleşmeden politik kurumlar oluşmaz.

Politika ortak yaşamımızı biçimlendiren bir olgu olarak birbirimizle konuşmak, birbirimizi anlamaya çalışmanın bir yolu. Bizi bir arada tutan şey. Ortak alanın tartışması, eleştirisi ve bir tür ortaklığın inşası. Misal anayasa bir ortaklık belgesidir. Hepimiz aynı belgeyi onayladığımızı, burada belirtilen kurallara uyacağımızı taahhüt ederiz. Böyle olunca da anayasayı çiğnemek bir suç olarak kabul görür. Tabi şu halimize bakınca başka şeyler de söylemek mümkün…

Dolayısıyla, politika üretmek, toplum olmanın yolunda yürümektir. Politikanın dışındaki her yol, politik olmayan her yol “yok etmenin” üretimi demektir. Özetle politika yoksa toplum da yoktur. Toplum yoksa devlet de.

Politika varoluşla ilgili bir fenomendir.

Toplum içinde sahip olduğumuz tüm düşünceler, beğeniler, davranışlar, aklımıza gelebilecek her şey toplumla olan ilişkimizin sonunda biçim kazanır. Yani bir yanıyla politik toplumu üretirken diğer yanıyla politik toplum tarafından üretiliriz.

Politik toplum demek toplumsal alana, iktidar olana, yönetime ve devletin nasıl olacağına karar veren insanların oluşturduğu toplum demektir. İnsan politik toplum içinde eylemleriyle yer alan bir varlıktır. Konuşur, eleştirir, mücadele verir.

İnsanı politik alandan yani toplumsaldan uzaklaştırmak, politika ile bağlarını koparmak, politik insan fikrini yozlaştırmak gibi gelişmeler de her zaman olmuştur. Zira politik alan aynı zamanda bir iktidar mücadelesi alanıdır. Bu mücadelede politik alan üzerine egemenlik kurmak isteyen güçlerin politik toplum ve insan üzerinde de eylemleri olacağı aşikardır. Küçük dünyalarımızda “o çok politik bir tiptir” gibi söylemlerle “politik olmak” kavramına yüklediğimiz negatif anlamları dahi bir kere düşünürsek eğer ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Tabi aramızda bu tür bir algı müdahalesinin en naif müdahale biçimlerinden biri olduğunu düşünenler de olabilir. Aslında şiddet ve bastırmanın her türü kadar tehlikeli bir örnekten bahsediyorum.

İnsanın toplumsal alandaki varlığını zayıflatmak, politik düşünceleri bastırmak, sivil toplumu, toplumsal örgütlenmeyi ve politik iktidar konularını yakından ilgilendiren bir konudur. Yani toplumdaki insanları ne kadar çok apolitik, depolitik ya da antipolitik anlayışa sürüklerseniz politik alan ve iktidar yapıları bir takım çıkar çevrelerinin, toplum üzerinde güç edinmiş egemen sınıfların eline geçer. Bu durumda toplumlar “insani kabullerin” değil “güç ve çıkarların” yön verdiği bir anlayışa doğru sürüklenir.

Politik insanı yok etmek, düşüncenin üretimi ve gelişmesini, çeşitliliğini, eleştiriyi bastırmak, yani politik toplumu yok etmek deyince akla ilk olarak “totalitarizm” konusu gelir. Bir tür “tek biçimli” toplum şekillendirme hastalığı…

Atomize bir toplumsallıktan bahseden, tektipleşmiş bir toplumun üyesi olarak insanı yorumlayan Hannah Arendt totalitarizmi, politik insanı (homo politicus) ve politik alanı (kamusal alan) yıkan radikal bir kötülük olarak açıklar. Dünya savaşını, yıkımları gören, modern zamanın cinnet haline tanık olan Arendt totalitarizmin kaynakları üzerine ele aldığı yazılarında totalitarizmin sanıldığının aksine bir despotluk, bir tiranlık olmaktan çok uzak ve insan doğasına müdahale eden çok daha karmaşık, sistematik bir yapıya sahip olduğunu söyler.

Toplum tabii ki yok olmaz, yoğun baskı altında tek boyutlu olarak, tek tip düşünceye ve yaşam biçimine göre şekillenir. Politika da yok olmaz ancak eleştirel akıl yok olur, politik alan egemen bir aklın ve gücün esareti altına girer.

“Tamam, feodal toplumlarda bunun nasıl olduğunu anlamıştık ama demokrasi getirdiği iddia edilen modern toplumlarda nasıl oluyor da aynı durumla karşı karşıya kalıyoruz?” derseniz eğer modern zamanların toplumsal araçlarına bakmanızı öneririm. Kitle iletişim araçları, okullar, ibadethaneler, filmler, kitaplar, müzikler… Her biri tek merkezin dilini konuşursa ne olur?

Arendt modern toplumu kitle toplumu olarak niteler ve totalitarizmin kaynağının da toplumların kitleselleştirilmesine dayandırır. Yani yaşadığı toplumdaki sınıf bilincini yitiren, köksüz yığınlar hızla kitleselleşir. Bu kitleselleşme sonucunda yığın halini alan toplumlar propaganda ve bilinç yönetimine açık hale gelir. Bu haldeki yığınlar ise daha kolay yönlendirilir ve yönetilir. Arendt çalışmalarında totaliter hareketin temelini oluşturan propaganda ve örgütlenme unsurlarına dikkat çeker ve şu tespitte bulunur: “Yalnızca seçkinler ve ayaktakımı totalitarizmin kendi momentumuyla harekete geçer; kitlelerse propagandayla kazanılmalıdır.”

Aslında politika artık “varmış” gibidir.

Totaliter düzende insanlar gerçek anlamda politikanın, politik toplumun yok olduğunu algılayamaz. Toplum kurumlarının tamamı, düşünce yolları, eleştiri kanalları artık bir egemenin boyunduruğu altındadır. Ve manipülasyona açık hale gelmiş toplum totaliter bilincin tahakkümüne girmiştir.

Totaliter düşünce biçimi egemen olduğundan, toplum kendini üretemez hale gelir. Farklı olan aykırı kabul edilir. Bu gelişme kendisinin de sonu demektir. Bildiğimiz tüm “izm”ler totaliterdir. Toplum gitmiş, bunun yerini kitle, yığınlar almıştır. Bir arada olmanın bağları anlamını yitirmiş, ahlaki değerler çökmüş, toplumsal farklılıklara karşı nefret ve şiddet yaygın bir hastalık halini almıştır. Toplum bu süreçte eleştirel aklı, çeşitlilik niteliklerini giderek kaybeder.

Totalitarizmin bir başka önemli özelliği, tahakkümü altındaki tüm insanları suç ortakları yapana dek her türlü aracı kullanmasıdır. Her türlü tasfiye, müdahale ve benzerinin yapılabildiği böylesi bir tek adam düzeninde yasaların hiçbir hükmü kalmaz. Yasalar totaliter rejim için sürekli olarak değiştirilir ve neyin suç olduğu veya olabileceğine dair sınırlar bulanık hale getirilir.

Şu yaşadığımız düzende adaletin içinde olduğu manzara size de bunu anlatmıyor mu? Dolandırıcıların, katillerin elini kolunu sallayarak yaşadıkları, sırf farklı görüşlerinden dolayı insanların tutuklandığı bir ülke… Korkunun topluma verilmek istendiği böyle bir yönetimde bir an gelir, toplum böylesi bir bulanık düzen içinde olan biten her şeyi normalleştirmeye başlar. Değerler alanı yıkılmış, boyun eğilmiştir.

Arendt için belirleyici bir diğer aşama ise insandaki ahlaki kişiliğin öldürülmesidir. Totaliter rejim doğası gereği sınırsız bir iktidar ister ve bunun imkânı da ancak topyekûn tahakkümle mümkündür. İnsan, doğası gereği belirsizlik taşıyan bir öznel bir kişiliğe sahiptir ve bu yüzden totaliter rejimlerin önündeki en büyük engeldir. Ve dolayısıyla da totalitarizm, “insanlar üzerinde despotik bir yönetim kurmak için değil, içinde insanların gereksiz olduğu bir sistem için mücadele eder. Yekvücut iktidar ancak, öznel kişiliğe dair en ufak bir izinin bile olmadığı koşullu refleksler ve kuklaların dünyasında başarılabilir ve korunabilir”. Bundan dolayı her türlü insanilik belirtileri ve dolayısıyla da bireysellik ortadan kaldırılmalı, her insanı kapsayacak şekilde “gereksizlik” aklı yaratılmalıdır.

Şimdi anlayabiliyor musunuz toplumun nasıl bir akla doğru sürüklendiğini? İnsani olan yok edilmelidir böyle bir anlayışta, insansız bir toplum, insansız bir devlet, yalnızca otoriteye itaat edecek atomize olmuş bir yapı gereklidir. Ormanlar gereksizdir, köpekler gereksizdir, okumak gereksizdir, eğitim gereksizdir, anlamak gereksizdir, üretmek gereksizdir… Bir gün gelir akıl gereksizleştirilir, insan gereksiz hale getirilir. Düşünme, itaat et!

Yok edici anlayış her yeri ele geçirir. Bir süre sonra yığınlaşmış bir toplum, kendisini ve politikayı yok edecek olan şiddetin bir aracı haline gelmiştir. Eğer yeniden bir toplumsal politik alan üretilemezse toplum yok olmaya mahkûmdur. Bu yüzden politika geliştirebilmek, politika üretebilecek yetenek ve araçlara sahip olmak toplumsal var oluşun en önemli koşuludur. Gerçekte güçlü bağlara sahip bir toplum olabilmek için, politik üretim araçlarının zengin olması gereklidir.

“İyi ama totalitarizm de politik toplumun bir çıktısı değil mi? Herhalde gökten zembille inmiyor.” diyebilirsiniz… Haklısınız, tabii ki politik toplumun bir çıktısı. Ancak onun en ölümcül hastalıklarından biri.

Toplumsal alanda üretilen her şeyin birey ve toplumun yararına, her koşulda doğru olduğunu varsaymak mümkün değil. Zaten politik toplum varsa neyin iyi neyin kötü olduğuna ilişkin bir değerlendirme fırsatı var demektir. “Toplum tarafından kabul görüyor o zaman en doğrusu budur” şeklindeki bir düşüncenin, “toplum her şeyi doğru üretir” anlayışının politik alandaki “en tehlikeli kabul” olduğu aşikâr. Toplum kendini üretecek politikaları ortaya çıkarabileceği gibi kendini yok edebilecek politikaları da ortaya çıkarabilecek bir yapıdır. Toplumsal hastalıklar da toplumun bir üretimidir. Eğer bir toplum kendini tedavi edebilecek politik üretimi yapamaz ise hastalığının esiri olmaktan kaçamaz.

Totalitarizm tek bir otoritenin düşünce ve yaşam biçiminin, tüm toplum tarafından kabulünü sağlamaya yönelik bir baskı rejimi. Toplumu tek boyutlu bir düşüncenin boyunduruğu altına alan bu rejim anlayışı bugün de modern toplum araçları üzerinden kendini var etmeye devam ediyor. Politik toplum eğitim, bilim, sanat, meslek birlikleri, sivil toplum kurumları gibi tüm yapılarını kaybediyor, politika yapmanın ve toplumun kendini üretmesinin kanalları birer birer yok oluyor. Sonuç mu? Toplumsal alan yıkılıyor, toplumsal bağlar zayıflıyor, toplumu bir arada tutan nedenler çürüyor. Toplum konuşmuyor, düşünmüyor, gelişmiyor. Totaliter bir rejime doğru evriliyoruz.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz