Sabahın köründe ders nasıl olursa işte öyle bir ortam… Yarı uykulu bir dolu öğrenci, salonun yarısı ya var ya yok. Konuya da nerden Foucault deyip girdiysem artık!
Arka sıralarda oturan, kirli sakalıyla dikkat çekecek türden bir öğrenci aniden ayağa kalkıyor. “Hocam” diye çıkış yapıyor. Öyle yankılanıyor ki sesi amfide kısa bir sessizlik oluyor.
“Kaç haftadır dersinize giriyorum. Eleştirel görüşleriniz nedeniyle geliyordum. Ama görüyorum ki anlattıklarınız şu kurulu düzenin değirmenine su taşımaktan başka bir şey değil. Tepeden bakan şu elitistler gibi bize zorla düzeni makul kılan hikayeler uyduruyorsunuz. Sözüm ona toplumsal konularda konuşuyorsunuz ama sizin de hiç farkınız yok. Siz de basbayağı düzenin adamısınız. Yaşanılanları makulleştiren basit bir egemen sınıf temsilinden, demagogdan öte değilsiniz. Siz kim halk kim…”
Doğrusu böyle bir çıkışı sabah sabah beklemiyordum. Epey sağlam geldi… Oldukça yürekli, saldırgan bir çıkış. Sonra etrafındaki sekiz on kişi hep birlikte ayağa kalkıp sınıfın kapısına hareket ediyorlar. Belli ki protesto var.
Ama Foucault’yu dinlemediniz ki henüz!
Kitle iletişim böyle bir şey işte. İnsanları egemen sınıfın egemen düşüncelerine sadık, bağlı bırakmak için kalıp fikirlere, yargılara, anlayışlara taşır. Egemen fikirleri dayatır, egemen yargıları ruhlara işler. Toplumdaki rolleri tanımlar, filmlerde, dizilerde, gazete sütunlarında toplum temsillerinin imgelerini yaratır, resimlerini çizer. Bir üniversite hocası dediğin nasıl olabilir ki? Ya da bir öğretmen, bir bakkal, bir imam, bir futbol takım taraftarı, iş adamı, işçi… Karı koca ilişkileri, çocuğun ailedeki yeri, anne baba tipleri, kardeşin, arkadaşın anlamı… Belletilmiş fikirlerin, kalıpların, değer ve kuralların içine sıkıştık, boğuluyoruz… Üst başım da öyle giyimli değil ama dışarıdan nasıl görünüyorsam artık…
Ellerini kollarını sallaya sallaya çıkmalarına göz yumamam. “Durun hele bir” diyerek söze giriyorum…
xxxxx
Yine böyle bir sabah, erken saatlerdi. Otobüsün uğultusundan olacak yorgunluktan uyuyakalmıştım. Gün yeni doğmuştu.
“Hadi geldik, kalk. Yoksa son durağa kadar gidersin.”
“Gözlerimi açamıyorum arkadaş, insan böyle bir halde uyandırılır mı hiç?”
Başımın da bütün kaslarım gibi fazlasıyla ağrıdığını hatırlıyorum. Bir de açlığı… Apar topar indik durakta… Öğrenci yurduna varmak için daha epey yolumuz vardı. Yürüyecektik, el mahkum… Dört arkadaşız. Hepimiz memleketin farklı yerlerindendik. Dünya bakışımız farklıydı, politik fikirlerimiz de… Ancak hepimizin derdi aynıydı işte. Öğrenciyiz, geçimlik bir şeyler kazanmalıyız, okumak için paraya ihtiyaç var sonuçta…
Durağın hemen dibinde yükselen merdivenlerden üst geçide yöneldik. Malatyalı zayıf, uzun bacaklarıyla önden basmış gidiyordu. Senin gibi kirli sakallı, eh biraz da hırçın bir mizacı vardı. Dikkat çekiyordu anlayacağın… Aşağı yukarı yirmi otuz metre ötemizde. Üst geçitten inerken ben de yanımdaki arkadaşla konuşuyordum.
“Kaç saat oldu bu geceki mesai?”
“Tam on iki saat. Haftanın rekoru sende, biliyorsun değil mi? Yedi gün aralıksız fazla mesailere de kaldın. Sanırım en çok parayı sen alırsın.”
“Yalnız Şefik abi de sağ olsun. Geceleri bir saatte olsa kestirmemize izin verdi.”
“Abicim onların da işine geliyor. Bir saat uyuyunca sabaha kadar çalışıyorsun işte.”
“Pazar gününü de sayarsak alacağın parayla en az iki ay masraflar garanti. Hadi iyisin, iyi…”
“Malatyalı kiminle konuşuyor öyle?”
“Bilmem, bir bakalım.”
Yaklaştık. Biraz yapılı biri. Hafiften tartışır tonda konuştuklarını hatırlıyorum. Başta arkadaş olduklarını sanmıştım. Ama pek öyle görünmüyordu. Malatyalı bir ara hiddetlendi.
“Niye kimliklerimizi verelim kardeşim, sen kimsin?”
“Ben sivil polisim”.
Sabahın köründe ne alaka? Sonra dönüp bize baktı. Dördümüzü bir arada görünce tavrını değiştirdi.
“Siz kimsiniz, bunun arkadaşı mısınız yoksa?”
Biraz endişe, kaygıyla “evet” dedik.
“Siz de verin kimliklerinizi” diye çıkıştı. Malatyalı inatçı. Sonunda adam da polis kimliğini gösterdi. Bunun üzere biz de kimliklerimizi verdik. “Beni takip edin” dedi yüzümüze bakmadan. Mecbur takip edeceğiz. Kimlikler onda. Hem konu ne bilmiyoruz ki…
Öğrenci yurdunun yolu üzerinde çevik kuvvet birimi vardı. Kapısına vardık. Öndeki sivil polis kapıdakine seslendi.
“Aç kapıyı, işlem var”.
Ne işlemi?
Geçtik içeriye çaresiz. Geniş bir alanı olan, küçük çaplı meydanı andıran bir iç mekan. Hangar gibi bir havası var, öyle hatırlıyorum. İçeri girer girmez diğerlerine seslendi:
“Size antrenman için suçlular getirdim.”
“Ne suçlusu kardeşim” diye birbirimize baktık.
Kısa sürede bizi bir çembere aldılar. Ekibin elebaşısı olduğu belli olan zat “kim başlayacak?” diye seslendi diğerlerine. Bir kısmı yaşananları saçma bulmuş ya da bu adamı pek sevmiyor olmalı ki yalnızca izlemekle yetindiler. Acıyarak bakıyorlardı bize, gözlerinden anlıyordum. Biz hala ne olup bittiğini çözmeye çalışır bir halde, şaşkınlık içindeydik. Her şey öylesine hızlı oluyor ki… Kendimizi nasıl anlatacağız diye düşünürken içlerinden bazıları tekme tokat girişti. Sesimizi çıkarmaya çalışırsak daha fazla vuruyorlardı. Susuyor, susuyor, yalnızca susuyorduk… Bir an önce çıksak, buradan kurtulsak derdine düşmüştük, konuşsak ne fayda…
Sonra elebaşı olan bağırmaya devam etti: “Gördünüz mü, bunlar yola getirilmesi gereken … sürüsü. Bunlara böyle yapmazsanız yarın başınıza bela olur? Anladınız mı?”
Epey hırpalanmış olarak bizi kapıdan def ettiler. Üstümüz başımız dağılmış, yüzümüz, tenlerimiz kızarıklık, morluk içindeydi. Artık uykudan uyanmıştım…
Sabahın köründe yaşadığımız da neyin nesiydi? Ne yapacaktık şimdi? Henüz sıcağı sıcağına konuyu değerlendirmeye, yaşadıklarımızı konuşmaya kimsenin dili varmıyordu. Yurdun yolunu tuttuk. Epey bir sessizlikten sonra Malatyalı konuşmaya başladı.
“Ben bu düzenin bilmem neresine” diyerek söyleniyordu. En çok da onu hırpaladılar. Sonra devam etti.
“Babamla konuşacağım, hakim, savcı tanıdıklarımız, akrabalarımız var. Haklarından geleceğim onların”.
“İyi de kimi kime şikayet ediyorsun Malatyalı? Neyle? Sonrasını düşündün mü hiç?”…
Aklıma o vakitler yeniden düzenlenen, polislere sokakta geniş yetkiler veren kanun gelmişti. Gençlerin, özellikle üniversiteli gençlerin hizaya sokulmak istenircesine sıradan geçirildiği, toplumda baskının çok yüksek olduğu günlerdi. Tabii herkes için değildi…
Şimdilerde belediye yardımlarına muhtaç bırakılmış gençler olan bitenleri ne denli anlar, neye maruz bırakıldıklarını ne kadar kavrayabilirler bilemem. Ama dünün şiddeti, baskısı, medyası, okulu, din kurumu, sivil toplumu demeden kitle iletişim düzeninin tüm araçları üzerinden devam ediyordu artık. Gizli ve görünmeyen bir şiddet herkesi hizaya getirmenin bir aracı olarak çalışıyor…
xxxxx
“Durun hele bir” dedim demesine ama arkalarına bakmadan gittiler işte…
Bunları duymalarını çok isterdim.. Ama nafile…
“Neyse nerede kalmıştık arkadaşlar” diyerek Foucault’nun post modernizmini anlatmaya devam ediyorum.
Umarım belletilmiş fikirleri, kalıplaşmış yargılarını sarsacak bir şeylere rastlarlar…
Kapak Görseli: Marcus Spike/Unsplash