Yaşadığımız yer, kadim İstanbul’un dışında, milattan binlerce yıl önceye dayanan tarihiyle göz kamaştıran şehrin, bir göz kırpma anı kadarlık zamanına denk gelecek kadar kısa bir süre öncesinde yapılaşmaya başlamış olan bir ilçe. Zannetmeyin ki burada hayat modern zamanlarda başladı, sonuçta her metrekaresinde bir insan evladı yaşamıştır bu toprakların. Şehr-i İstanbul’un heybetli surlarının içinde doğup büyüdükten sonra kişisel tercihler ve demografik değişim ile birlikte yaşın da kemâle ermesiyle, insan biraz daha sessiz, sakin, durağan bir yerde yaşamak istiyor sanırım.
Doğduğum ve hayatımın ilk 26 yılını yaşadığım yer olan suriçinin ara sokaklarından sonra burada bulvarlar ve devasa binaların arasında kendimi biraz küçük hissetsem de, milyonlarca insanın yaşadığı bir şehirde doğup büyümenin ve hayatını idame ettirmenin gereği, ben de diğerleri gibi, “görünmez” olmayı bir kimlik gibi üzerimde taşıyorum aslında. Büyük şehir insanlarının mottosu olan “her koyun kendi bacağından asılır” cümlesi aklımın bir yerinde yer etmiş halde.
Küçük yerleşimlerde hayatın akışı ile kıyaslandığında biz, çok katmanlı ve hayallerde var olabilecek kadar büyük bir kalabalığın içinde yaşıyoruz. O kalabalık ve katmanlar beni on yıllarca rahatsız etmediği gibi, bugüne getirdi ve belki de en sevdiğim şey olan “gözlemlemek” için zemin hazırladı.
Küçücük bir şehirde yolda gördüğünüz herkes en geç üç ay sonra tanıdık olacaktır… Bakkalınız, ya babasından ya da dedesinden bu yana bu mesleği yapıyordur. Manav, kasap, marangoz, elektrikçi, tesisatçı, terzi derken tüm meslek erbabını sayabilirsiniz. Böyle bir şehir ya da kasabada tanınmamak, tanımamak elde değildir. Sokağa çıktığınızda, biraz sonra kiminle karşılaşacağını bilirsiniz adeta çünkü kimin nereye, ne zaman gittiği de bilinir, ne iş yaptığı da. Herkes birbirinin aile şeceresini sayar. Göç alma oranı düşükse de sadece memurlar, askerlerdir devinimi sağlayan, bir de her ile açılan üniversitelere dışarıdan gelmiş öğrenciler. Halkın geri kalanı “oralıdır”. Durağan, alışkanlıkları, gelenek-görenekleri olan insanlardır. Neredeyse devasa bir komün hayatıdır adı konmasa da.
Biz de büyük şehrin o karmaşası içinde kendimizi tam da böyle bir yere attık. İstanbul’dan kaçmak isteyenlerin ve bunu yapabilenlerin büyük çoğunluğu, şehrin en kalabalık ve yüksek sesli lokasyonlarından göç etmemişler midir aslında? Biz daha sakin bir yerde, ağaçlarla çevrili caddelerde, site aralarında da olsa yaz sıcağında masmavi havuzlarda yaz keyfi yaparken, şehrin kalabalığı o çılgın koşturmacasına devam ediyor. Şehir ve iklim değiştirmeden hayatını değiştirmeyi başaran şanslı kitledeyiz.
Çocukken kurduğum iki hayal vardı geleceğe dair. Birincisi; deniz kıyısında bir kulübe, etrafta kaktüsler, sıcak, tertemiz kumsal ve masmavi deniz. İkincisi ise; devasa ağaçların arasında bir kulübede yaşamak. Hayallerimin iki farklı coğrafi yapı arasında gidip gelmesinin sebebi ise yazın genelde Akdeniz kıyısında bir yerlere tatile gidişlerimiz ve şehir kökenli olduğumuz için de bize ait olmayan ama bir şekilde tanıdıklarımız sayesinde gittiğimiz köylerdi.
Aradan yıllar geçip iş hayatına dâhil olduğumda, kurduğum hayaller bu iki uç arasında gidip gelse de, mekândan bağımsız olarak değerlendirildiğinde, kalabalıktan uzak ve sessizliğin dinginliğinde bir ortamdı. Asosyal bir insan evladı olarak sosyalleşmenin ne demek olduğunu, komşu ve üst – alt sokak çocuklarıyla oyun oynamanın, aslında müthiş sosyal bir etkileşim olduğunu, şimdiyle kıyaslandığında ise asla bir daha yapamayacak kadar kendimizi sakındığımızı bilmiyordum. Neyse ki yaşadığımız site bana eski mahalleleri anımsatacak kadar komşuluğa değer veren, bir çocuğun ağlamasına birkaç kişinin birden koştuğu, kapınız çalındığında elinde bir tabakla size gülümseyen insanların yaşadığı bir yer. Dolayısıyla asosyal benliğim de zaman içinde garip bir şekilde, sakin insanlarla bir arada olmaktan şikâyet etmeyen, yaşam çemberine yeni insanlar katmaktan bayırda ORK görmüş gibi korkmayan bir hal aldı.
Fantastik dünyanın kıyısında değiliz ama hayatın dingin aktığı ve düzenin korunduğu bir çarkın içinde yer almak bana huzur veriyor. Bazılarınız eminim şehrin o kaosunu içine çekerken haz alıyordur ancak ben yıllarca o stresi yaşadıktan sonra kendimi attığım bu sakin ve biraz da izole yerde, huzurun, kaostan daha güzel bir şey olduğunu keşfettim. Kahve içmeyi harekete geçmek için enerji almak olarak değil, kuş seslerini dinlerken lezzeti tatmak için seviyorum artık.
O hızlı hayatın içindeyken yazdıklarımı gözden geçirdiğimde çok daha sert ve köşeli satırlar varken, artık daha pozitif ve güzellikleri tasvir eden cümleler yazdığımı fark ettim. Hayatımızdaki iniş ve çıkışlar, yaşadığımız tüm stres, ister istemez hikâyelerimize, hayallerimize ve hatta rüyalarımıza kadar ulaşıyor. Bizi çelik pençelerinin arasında sıkıştıran bir dev gibi çaresizliğin içinde bunaltıyor. Hayatımızı koşturmacanın içinden mümkün olduğunca uzağa taşıyarak o çelik pençelerden de uzaklaşmaya çalıştık.
Aranızda, doğaüstü güçleri olan kişilerin sokaklarda anonim olarak gezdiğine inananlar var mıdır bilemiyorum ama ben bir fantastik evren hayranı olarak, inanmak isteyenlerdenim. Bahçede oturmuş, şehrin acımasız yalnızlığının gölgesinde beynime hücum eden olumsuz düşüncelerin sonucu, ülkedeki ve hatta dünyadaki tüm çarpıklıkların kasveti üzerime çökmüşken, elinde kılıcıyla karşıdan gelen Conan ve arkası sıra yürüyen Jon Snow, Arya Stark, Eric Draven ( The Crow ), Aragorn, Legolas, Gandalf, Beowulf, Thor, Wonder Woman, Aquaman, Hellboy, Dr. Strange, Dumbledore, Harry Potter ve ismini sayamadığım birçoklarının, “geldik ciğerim, biraz izin ver de şu şirazeyi oturtalım yerine, çıkan çivileri de çakarız elbet!” diyebilme ihtimallerine olan inancım var…
Hayallerimizde ejderhalar uçuşup, büyücüler tek bir satır ile yerleri gökleri bir araya getirse de, dolar kuruna sımsıkı bağlı, üretimi minimuma inmiş, adaletin rafa kalktığı zaman aralığında sıkışmış, aynı kara günü tekrar eder şekilde kapana kısılmış haldeyiz. Devasa mağaranın içinde, dünyanın en büyük hazinesinin üzerinde yatan ejderhayı uyandırmadan o yüzüğü arayanlardan birisi olmak ne heyecan verici olurdu oysa (“Kıymetlimisss!”, bunu kısık ve nodüllü bir sesle söylersem size bir şey anımsatacaktır.)
Fantastik edebiyat o kadar farklı bir evrene açılıyor, o kadar fazla zaman ve mekânsal kurgular barındırıyor ki, bununla ilgili yazılan eserleri, çekilen film ya da dizileri tek bir sınıfa sokamıyoruz. Ve belki de sınıflandırma ihtiyacımızı sınırlandırmalıyız bu anlamda. Fantastik kurguyu oluşturan elementlerin her biri vazgeçilmez şekilde yerlerini korumalı, birbirine karışmalı ve biz de olduğu gibi kabullenip bir şeyleri fazla sorgulamadan o renkli evrene adım atmalıyız. Hayatın acımasızlığı içinde nefes alabilmek için kendimize yaratacağımız minik bir yer olmalı. Bizim bahçede, tüm saydıklarım ve ismini hatırlayamadıklarımla birlikte kahve içip dünyevi kaygıların teker teker silindiği bir an’ı hayal etmek bile içimi ferahlatıyor dersem abartmış olmam…
Hayallerimiz kadar var olduğumuz o fantezi dünyasında, hepinizin, kendisi için sınırsızca kurguladığı bir masalın kahramanı ve tüm o adil, kararlı, canını ortaya koyan fantastik kahramanların dostu olmanızı diliyorum…
Kapak Görseli: Robert Bye/Unsplash