Bu gün Endoskopi yapacaklar bana. Aslında çok zorlu değil ama işlem işte sonuçta, tıbbi bir işlem. Sabah güle oynaya geliyordum hastaneye. Ta ki bir anda o cümle beynimde aniden belirinceye dek; “Hastaneye güle oynaya gitmiş, masada kalmış ah yavrum.”. Sustum hemen, güle oynaya gitmeyeyim hastaneye şimdi başımıza iş açılmasın. Gerçi zaten benim işlemim kısa sürecek. Ama bir tanıdığın oğlu bademciğini aldırmaya gittiğinde hastanede heyecandan bayılıp terk-i diyar etmiş ya. İşlem başlamamış bile. O denli kısa. Haydaa. E anjiyoya girip masada kalp krizi geçiren çok yakın arkadaşım var benim. Tövbeler tövbesi. Başka şeyler düşüneyim. Aslında yaptırmayadabilirim (burada da’dan mı, bilirim’den mi ayırıyorduk kelimeyi? bak o kadar yerinde değil kafam, neyse…) endoskopi. Komşuda da olmuş bendeki sorunun aynısından. O da yutkunamıyormuş sonra gastrit çıkmış. E şahane, iyi ki hatırladım bunu. Ben yarı yoldan dönerim şimdi. Bir gastrit ilacı alıveririm…Ama annemlerin bir akrabası vardı ya hani gastrit sanıp tedaviye başladılar da meğer içeride başka bir bakteri türü olmuşmuş, kalbinde iltihap yapan canlı bakteri yüzünden maazallah tedaviye başlar başlamaz ölm… Dangalak mıyız? Galiba biz hepimiz biraz dangalağız. Yolda önce buna karar verdim. Başıma ne gelse teselli için gelen, arayan hemen herkes teselli dışındaki bütün iç burkan öykülerini anlattılar şimdiye kadar. Babamı kaybettiğimde mesela. Arayıp da baba acısının ne menem bir şey olduğunu kulağıma böğüre böğüre sıçratan tanıdıkların lekeli öyküleri kabus gibi hala asılı durur kulağımda. Sık sık hatırlarım sanki çok gerekliymiş gibi.
En yakın arkadaşlarımı yitirmiştim bir dönem. Üzüntüden çok hastalanmıştım. Her başsağlığına gelen kişi, üzüntüden böbreğini kaybeden ortak dostumuzu anlatıp, sen de böbreğinden olursun maazallah diyorlardı. Hemen acilen toparlanmalıydım. Olsun. Ters psikoloji ile beni motive etmeye çalışıyorlar diyordum. Ama bu sefer de her kötü hissettiğimde böbreğime ağrılar girmeye başlıyordu. Ya çok haklıydılar ya da ben gerekenden fazla üzülüyordum ve evet psikolojikti. Benim psikolojimle oynayabiliyorlar. Sanki bir filmin etkisinde kalmışım ya da iç burkan bir müzik eserini dinleyip göğsüm sızlamış gibi.
En Trajik Olayları Aktaran Kimse En İyi Hikaye Anlatıcısı Gibidir
Kesinlikle psikolojimle oynuyorlar. Bunu bilinçli mi yapıyorlar bilmiyorum. Biz şoklarla algılayabilen bir toplumuz. Bu açıdan bakıldığında “tragedyadan” da bir güzel besleniyoruz. Anneannemlerin mahallesinde en sevilip güvenilen teyzelerden biri hep bu tarz dehşet hikayeleri anlatırdı. Her gün birinin evinde bir sürü kadını etrafına toplar anlatır da anlatırdı ta ki kocasının eve geliş saatine kadar. Korkunç bir sessizlik olurdu o anlatırken. Çok fazla sigara içerdi. Ama sigarayı pompalardı o dudakları. Hakikaten sigarayı içine çekerken ‘Pamp’ diye bir ses gelirdi dudaklarından. Öyle bir sevda. Sonra da dumanı üflemez iki dudağının arasından salıverirdi ortama. ‘Haffasanaallaah’ gibi de bir ses çıkardı bu dumanla birlikte. Efekt de koyardı yani aralara anlayacağınız. Kadındaki hayatı Stephan King (bkz) görse ödü patlar. Bunlar öyle bir sülale. Gözü kör olanından burnu dümdüz kopana dek Allah muhafaza. Bu öyküleri hepiniz dinlediniz aslında. Herkes sever hem dinlemeyi hem anlatmayı. Anlatanda garip bir zafer duygusu ama dinleyende müthiş bir rahatlama. Oh benim başıma gelmedi ya bu.
Tam da tragedyanın sağaltım prensibi böyle işler. Kahramanın başına gelen belalar, zaaflar son derece net anlatılır ki izleyiciye, bir sağaltım yaşanabilsin. Bizimki gibi toplumların insanları hala tragedyanın prensipleri ile ilişki kurar. Bu nedenle kahraman kavramı bizde bitmiyor. Antikahraman oluşmuyor. Oysa ki hepimiz antikahramanız ama bir kahramanlık şovu içerisinde. Görüntü içinde görüntü gösteren editing programları gibiyiz. Sosyal medyayı kahramanlığımızın kutsanması için kullanıyoruz. En akıllı, en kahraman, en güvenilir, en doğruları söyleyen, en yiğit, en başeğmez, en anarşist, en Hamlet, en Sherlock Holmes, en güzel ritmi bulan, en başarılı, en ailesine düşkün, en şevkatli, en en biziz. Ama kol kırılır yen içinde kalır. Kamera arkası olmaz. Maazallah yüz kızartıcı bir antikahramanlık an’ımız başkaları tarafından görüldü mü? Hiçbir şey olmamış gibi bir yüzsüzlük ve pişkinlikle, aynı tonda devam ederiz. En berbat olayları meşrulaştırdın mı artık kızarmazsın. Çünkü piştin anlamına gelir bu. Diğeri yani ham olan iyi değil bu zihniyete göre. İşini bileceksin bu yeni sistemde. Hele de insanları anlattığın öykülerle korkutup tehdit de edersen, işte artık bir numarasın. Senin gözünün içine bakarlar. Hem de dinlerken hepsinin sırtlarından karlar yağdığı halde. Ben de henüz 4-5 yaşlarındayken o teyzenin her öyküsünü dinlerdim sırtımdan karlar yağarak.
Çocukların Psikolojik Sindirim Sistemi Bizimki İle Aynı değil
Küçüklüğümden söz ederken geceleri atlamayayım. En büyük kabus gece yarıları olurdu. Gündüz teyzeler tarafından yanımda fütursuzca anlatılan hikayelerin hepsini gece gözümü kapadığım anda yaşardım. Sadece anlatılanlar değil tabii ki aynı zamanda her birimize zorunda okutulan bazı çocuk kitapları da. Yalan söylediğim zaman koşa koşa gider aynaya bakardım acaba kuşpalazı oldum mu? diye. Diyetle elimi kesmesinler diye bir şey aşırmayı bırak, bu konuda yanlış anlaşılmamak için fazladan açıklamalı çabalarla senaryolar yazardım. Evimizde hiç yoktu ama okulda falakaya yatırırlar mı acaba diye çok korkardım. Normalde hiç de korkak bir çocuk değildim laf aramızda. Kavgalar ederdim, mahalle savaşlarına girişirdim, ağaçlara tırmanır, 4 mahalle öteye bisikletimle gidebilir, benden büyüklerin giremediği kapkaranlık odalara gider, büyükler ne istiyorsa oralardan sadece ben getirebilirdim. Annemin bin bir özenle ördüğü uzun kumral saçlarım hep dağınık, sağından solundan fırlamış, delibozuk gibi görünürdü yarım saat sonrasında. Öyle cevvaldim. Ama bu öyküler… Hiç bitmeden kafamın içinde dolanırdı. Ailemden birine en kötü şeylerden biri olacak diye gecelerce, kimselere de anlatamadan gözüme uyku girmediğini bilirim. 6 Yaşımdayken.
Bir ahbaplar yakın zamanda ilköğretim öncesi çocuklarının yanında bir katilin bir kadıncağızı nasıl kestiğini anlatırken, resim çiziyormuş gibi görünen iki minnak birden bütün dikkatleriyle dinlemeye başladılar öyküyü. Hemen devreye girip “kendisini olur mu yahu ehheh, sesini kes demişler” dedimse de bu aksiyonum o an’a dek beni çok seven çocukların yüzüme güvensiz bir aşağılama ile bakmalarıyla sonuçlandı. Onların kafasına görüntü kazındı bile. Ağzımızdan çıkanları önceden düşünmüyoruz. Tamam bunu biliyoruz. Konuşurken de düşünmüyoruz. E tamam bu da böyle. Peki madem, dangalaklığı yaptıktan sonra toparlamaya çalışalım. Özellikle çocukların psikolojik yapıları yetişkinlerle aynı değil. Sizin rahatlıkla sindirebildiğiniz bir bilgiyi onlar sindiremeyebilir ya da bambaşka okuyabilir. Yazdığım sevilen bir çocuk oyunu kitabımda -Müzikli Kent- Hala rolündeki hanımefendi “Ağaçların yanında kötü konuşursak üzülürler, solarlar, meyve vermezler, etraflarında iyi konuşulsun isterler”, diyordu. Abartmışım. Ne romantizm. Ama bir açıdan da doğru. Oyunu izleyen çocuklarda başka bir resim oluşacağından adım gibi eminim. Bu, tüm canlılar için gerekli bir konu. Çocukluktan itibaren üstünde durulmalı. İnsanları cehennemin dibine doğru çekerek mutlu olan kişiler dışındakiler için bu dangalaklık hiç de hoşa gidecek bir durum değil. Başkalarına anlatarak başımızdan savdığımız korkunç öyküler başkalarının başına musallat olabilirler. Yalnızca çocukları değil büyükleri de ağzımızdan çıkan şeylerin içine hapsetmemeli. İnsan ruhu gösterildiğinin aksine çok kırılgan. Biraz önce sıfatları geçen ‘en’ lerden oluşmuyoruz ki. Öyle gibi göstermeye uğraşıyoruz. En dangalağımızda bile bu nahifliğin olduğunu gördüm zamanında.
Hani televizyon kanalları ya da radyolarda, şimdi bazı sosyal medyada canlı yayınlar için geciktirme uygulanır. “Open Mic” adlı talk-showun yayına girdiği 1952 yılında tasarlanmıştır. Dünya üzerinde telefon bağlantısının yayına verildiği ilk program olarak kabul edilen “Open Mic”de, kötü sözleri geciktirmek amacıyla kullanılan sistem, daha sonra tüm ABD’ye ve Dünyaya yayılmıştır. 4-5 saniye gecikiyor söyleyeceği şey ve eğer kallavi bir söylemse hop diye kesilebiliyor. Hah işte bu geciktirmeden takmışız gibi davranalım biraz. Çok hızlı konuşmaya gerek yok. Zaten hızlı hızlı ne anlatacağız? Dünyanın son günü de Will Smith’e anahtarın yerini mi söyleyeceğiz? Hiç gereği yok. Sakin sakin anlatalım. Anlatırken etrafımızdaki insanları okuyalım. Onların psikolojik yapısını okuyarak iletişim kurarsak zaten daha sağlıklı ve derinlikli ilişkiler kurarız. Bu okuma bir sanat dalı gibidir. İnanın bana kendinizi sanatçı gibi hissedeceksiniz bir zaman sonra. Verdiğim Konuşma Sanatı Tekniği dersimin büyük bir bölümü bu okumayı-iletişim tekniğini kapsar. Hala insanları tam olarak okuduğum söylenemez. Çok zor tabii ki, hiç kolay değil. Ama en azından çaba sarfetmek bile zamanınızı çok değerli kullanılmış bir hale getirecek. Bir de şunlar vardır “-Hakikaten çok berbat görünüyorsun a topla ama kendini.”, “-Bitmişsin sen ya.”, “-Anormal zayıflamışsın, baktırsan mı bi?.”.
Burada kesmek zorundayım sıra bana gelmiş. O da ne ? Kocaman bir hortum var, sanırım mideme bununla bakacaklar. O ne? O kocaman dediğim küçük olanmış şimdi daha büyük bir kameralı hortum geldi. Doktorun elinde. Çok korkunç burası. Sakın endoskopi yaptırmayın. Damardan bir şey veriyorlar. Çok aşırı acıyor. Yakıyor bu ilaç. Korkunç yakıyor. Sanırım gözüm kararıyor. Başım uğulduyor. Fazla güle oynaya geldim hastaneye. Hiç hayra alamet değil bu gelişler. Şimdi kamera doktorun elinde bana doğru yaklaşıyor. Tekrar ediyorum sakın endoskopi yaptırmayın. Çok berbat bir şey. Çok canınız yanar. Kocca kamera yemek borunuzu delebilir. Allah düşmanımın başına vermes…Gastrit ilacı alın…