“Gök konuksal avrat, çok oturgaçlı götürgeç, ulusal düttürü, tavuksal fırlatı” ve daha niceleri… Bir türlü eskimeyen, maalesef azalarak da olsa bitmeyen bir şehir efsanesine göre bunlar sırasıyla, “hostes, otobüs, millî marş” ve “yumurta” yerine kullanılsın diye TDK’nin önerdiği Türkçe sözcüklermiş. Tabii bundan TDK’nin haberi bile yok, çünkü ne yukarıdakiler ne de benzer sözcükler TDK tarafından ne önerildi ne de sözlüğe alındı. Haydi diğerleri neyse de TDK neden “yumurta” gibi özbeöz Türkçe bir sözcüğe “Türkçe” karşılık önersin ki zaten!? İyi de nereden çıkmış bu söylenti ve neden hâlâ dolaşımda? Bunun cevabını almak için bir miktar geriye gitmemiz gerekiyor.
Reportare’deki ilk yazımda dil-milliyetçilik ilişkisinden bahsetmiş ve Türk milliyetçiliğinin de dille olan sıkı bağına değinmiştim. Cumhuriyet’le beraber dil çalışmaları da belli bir süreklilik kazanmış, Mustafa Kemal’in himayesinde Türkçenin gerek grameri, gerek terimleri ve gerekse tarihi konusunda bilimsel çalışmalar yapılmaya başlanmıştı. Sadece yönetsel bir yenilik değil, aynı zamanda yeni bir toplum tasavvuru ve “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” idealinin önemli adımlarından biri olan cumhuriyetin ve “Yeni Türkiye”nin Türkçe üzerinden bir çeşit toplumsal mühendislik hamlesine girişmesinde akla uzak bir taraf olduğunu sanmıyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nda sarayın ve çoğunlukla saray çevresinin kullandığı bir yönetim, sanat ve prestij dili olan Osmanlıcanın çeşitli özellikleri bakımından yeni devlet ile halk arasında bir bariyer oluşturacağı düşünülmüş olmalı ki “Harf Devrimi”nin devamında bir de “Dil Devrimi” gündeme geldi. Dil Devrimi’yle amaçlanan Türkçedeki Arapça ve Farsça unsurların mümkün olduğunca tasfiye edilmesi ve Türkçenin daha arı bir hâle kavuşturulmasıydı.
Başka toplumlarla bir şekilde karşılaşan, etkileşim hâlinde bulunan ve ilişkilerini süreklileştiren hiçbir toplumun dili donmuş bir şekilde ve başka dillerden sözcükler almadan yaşamına devam edemez. Diller arasında en başta ve çokça sözcükler olmak üzere ses yapıları, gramer kalıpları ve hatta çok zor gerçekleşse de cümle yapıları bile geçişkenlik gösterir. Bir dilin, başka hiçbir dilden herhangi bir şekilde etkilenmemesi ya da başka hiçbir dili etkilememesi için o dili konuşan toplumun yabancı dil konuşan başka hiçbir toplulukla herhangi bir ilişki içerisine girmemesi; başka insan topluluklarıyla sosyo-ekonomik, dinsel ya da politik hiçbir ilişki geliştirmemesi gerekir. Dillerin birbirlerinden etkilenmesi hayıflanılacak bir durum da dillerin güçsüzlüğünü vs. gösteren bir işaret de değildir. Goethe’nin gayet veciz ifadesiyle söylenecek olursa: “Bir dilin kuvveti yabancı olanı itmesi değil, onu yutmasındadır.” Yine bir dilin tarihin belli bir anındaki hâliyle donup kalması için tek yol ölmesidir, sadece ölü diller değişmez. Yaşayan diller değişir, dönüşür, başka dillerle alışverişlerde bulunur. Bu; dilin ihtiyacından değil, dil aracılığıyla anlam üreten ve başka toplumlarla istese de istemese de etkileşim hâlinde olan toplumların ihtiyacından kaynaklanır ve bu ihtiyaç bundan sonra da devam edecektir.
Türkçe de tarihi boyunca birçok dille etkileşim içinde olmuş, alışverişte bulunmuştur. Türk tarihini ucundan kıyısından da olsa bilen herkes bunun sebebini kolayca anlayacaktır. Tarihteki bilinen varlığı Orta Asya’nın içlerinde başlayıp Avrupa’nın ortalarına kadar kitlesel bir şekilde ulaşan bir millet ve onun konuştuğu dil için aksini düşünmek zaten mümkün olmazdı. Tarihî seyri içerisinde Türkçe sürekli değişmiş, hem kendi içinde farklı diller (farklı Türkçeler) oluşturarak hem de başka dillerle etkileşime girerek yenilenmiştir. Tekrara düşme pahasına söylemek gerekiyor ki bu durum geniş coğrafyalara yayılmış, farklı kültür ve dillerle karşılaşmış her dil için böyledir. Demem o ki dili “saf ve donmuş” hâlde tutmak rasyonel bir amaç değil, olsa olsa boş bir hayal olabilir. Peki, “Dil Devrimi”yle murat edilen bu mudur? Sanmıyorum.
Türkçenin sadeleştirilmesiyle ilgili tartışmalar, tıpkı alfabe konusunda olduğu gibi, Tanzimat’a kadar dayanır. Dönemin Osmanlı aydınları fikirlerini geniş kitlelere yayabilme potansiyeli olan yepyeni bir araca kavuşurlar: Gazete. Bu aracın pratik faydasını en yüksek düzeyde görebilmek için toplum içinde yaygınlık kazanması gerekmektedir. Yani gazete, ancak gazete okuyabilecek kitlenin büyüklüğü oranında etki alanı yaratabilecektir. Tanzimat aydınları bu noktada şunu sorgulamaya başlarlar: “Osmanlıca ile yapılacak gazetecilik ne kadar etkili olabilecektir?” Bu soruya pek de iç açıcı olmayan bir yanıt almış olacaklar ki Türkçenin sadeleştirilmesi konusunda, siyasî ortamın şartlarına da bağlı olarak, şiddeti yer yer artan yer yer azalan; ama hiçbir zaman bitmeyen bir tatışma ortamı oluşur. Osmanlıcayı gazete için elverişsiz kılan nedir peki? Soruyu biraz daha açalım hatta: Osmanlıca gerçekten “konuşulan” bir dil midir?
Hiçbir şeyi değiştirmeksizin, bugünün koşullarından hareketle ve bugünün bakış açısıyla geçmişe bakmak, onu olabilecek en sakat hâliyle görmemize yol açar. Nispeten çok da uzak olmayan bir geçmişe, mesela 16-17. yüzyıllara bile bugünün aklı ve ruhuyla bakan kişi o kadar çok şeyi yanlış anlayıp o kadar çok şeyi hiç anlamayacaktır ki. En basitinden ne hayat aynı hayattır ne toplum aynı toplum… Bireyden devlete, aileden dine, yaşamdan ölüme neredeyse her şeyin algılanışının ve pratiklerinin bambaşka olduğu bir çağı bugünün parametreleriyle, kavram setleriyle anlamaya çalışanlar tarih öğrenmeyecek, kendi fantezilerinden ibaret bir hayal evreni kuracaklardır. Dil de birkaç satır yukarıda bahsettiğimiz bambaşkalıklardan azade değildir.
Eski toplumların çoğunda, özellikle de büyük devletlerin, imparatorlukların hüküm sürdüğü dönemlerde iktidar sahipleri kendilerine belli oranlarda da olsa kutsiyet atfederler. Pagan topluluklarında kendilerini soyağacı bağlamında belli bir silsile aracılığıyla tanrıya bağlayan muktedirler (Örn. Cengiz Han) olduğu gibi, büyük Hıristiyan ya da Müslüman topluluklarında hükümdar ya “dinin (ya da belli bir mezhebin) koruyucusu” ya da dinin yaşayan en yüksek (İslam devletlerindeki halifelik makamı) kişisidir. Kısaca söylemek gerekirse hükümdar ve çevresi sıradan ölümlülerden farklıdır ve bu farkını ortaya koyması beklenir. Bu farkı ortaya koymanın en belirgin yollarından biri dildir. Batı’da olsun, Doğu’da olsun halkın diliyle konuşan büyük hükümdarlar görmek zordur. Daha doğrusu günlük hayatında halkın diliyle konuşuyor olsa bile kamuya sözlü ya da yazılı olarak hitap eden hükümdar, kutsiyetini açık bir şekilde gösterecek bir dil kullanmak zorundadır. Bu sebeple de eski devletlerde prestij dilleri ve yazıları karşımıza sıkça çıkar. Avrupa’da Latince, Doğu Avrupa ve Küçük Asya’da Osmanlıca ve daha niceleri halk tarafından kullanılmasalar bile varlığını sürdüren bu prestij dillerindendir.
15. yüzyılın ortasına gelindiğinde İstanbul’un fethiyle önemli bir siyasi güce ve “imparatorluk” statüsüne ulaşan Osmanlı Devleti’nde (1453 itibariyle İmparatorluğu) de çağının benzer devletlerinde olduğu gibi bir prestij dili ortaya çıkmıştır: Osmanlıca. Arapça ve Farsça sözcüklerin, cümle yapılarının, tamlamaların yoğun olarak kullanıldığı; Saray bürokrasisi ile sarayın siyasi ve kültürel çevresi tarafından kullanılan, Arap alfabesine Farsçada kullanılan bazı harflerin yanı sıra Türkçe için elzem harflerin de eklenmesiyle oluşturulmuş bir alfabeyle yazılan; halkın bilmediği, bilmesine gerek de duyulmayan bir dil. Türkçe, Arapça ve Farsçanın karıştırılmasıyla oluşmuş; ama Ahmed Midhat’ın deyimiyle “Türkistan’dan bir Türk, Necid’den bir Arap ve Şiraz’dan bir Acem”in anlamayacağı ve Türkiyeli bir Türk’ün de anlamadığı yapma bir dil.
Bahsedilen bu dil yönetim kademesinde ve “yüksek kültür” çevrelerinde 19. yüzyıla kadar varlık sürdürmüşse de Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve dağılma dönemlerinde işlevi tartışılmaya başlanmıştır. Yukarıda gazete mevzuundan bahisle söylenmek istenen tam da bu işlev yitimidir. İmparatorluk hızla dağılırken çözüm yolları arayan aydınlar, sıradan halkı olası bir teyakkuz hâline çağırmak için Osmanlıcanın etkisiz kalacağını; çünkü, örneğin okuması yazması dahi olmayan Çorumlu bir köylüye Osmanlıcayla yazılmış bir metin okunsa vatandaşın bunu anlamak için epeyce tahsilli bir tercümana ihtiyaç duyacağını açık bir şekilde görmüşlerdir.
Tanzimat’la başlayan, ama o dönem pek de bir sonuca varmayan bu tartışma 1923 sonrasında tekrar gündeme gelecek, bu defa devletin de desteğiyle dilde reform çabaları hızlanıp ürün verir hâle gelecektir. 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla açılan Türk Dil Kurumu, bu reform çabalarının kurumsallaşmasını sağlamak amacıyla kurulmuştur. Amaç kısaca Türkçeyi Arapça ve Farsçanın sözcüklerinden, tamlamalarından ve her türlü etkisinden kurtarmak olarak belirlenirken büyük bir sözlükçülük faaliyeti başlamıştır. Anadolu ağızlarından yapılan derlemeler ve eski metinlerin taranması yoluyla standart Türkçede kullanılmayan birçok Türkçe sözcük bulunup çıkarılmış, ayrıca yabancı sözcüklere Türkçe kök ve eklerle karşılıklar türetilmesi planlanmıştır. İşte ne olmuşsa da bundan sonra olmuştur. Bizzat Atatürk’ün öncülük ve teşvik ettiği bu türetme faaliyeti niyeti ve kastı aşan bir boyuta ulaşmış, sonuçta da yazının başında zikrettiğimiz “oturgaçlı götürgeç, tavuksal fırlatı vb.” uydurmaların önünü açmaya uzanan trajikomik bir hâle dönüşmüştür. Eli kalem tutup da sabah erken kalkanın spor olsun diye birkaç Arapça-Farsça sözcüğe karşılık bulduğu bu kaotik ortamdan çıkmanın yolu da er geç bulunur, fakat o da bambaşka bir tuhaflıktır: Güneş Dil Teorisi.
Dr. Hermann F. Kvergiç insan dilinin ortaya çıkışıyla ilgili uzunca bir makale kalame almış ve bu makalesinde insanı dil kullanmaya itenin insanın dış dünyaya verdiği sesli tepkiler olduğunu savunmuştur. Kvergiç’e göre tepki verilen ilk dışsal nesne “güneş”tir, Güneş Dil Teorisi adı da buradan gelir. Kvergiç teorisinin kanıtlarını(!?) bir şekilde Türkçede bulur ve Türkçeyi tüm dillerin atası olarak taltif eder. Bilimsel olarak pek de itibar edilmeyen bu makale 1935’te, tam da yukarıda bahsettiğimiz o kaotik ortamda Atatürk’ün eline geçer ve 1936’daki 3. Türk Dil Kurultayı bu teoriye ayrılır. Kurultay’a katılan kimi bilim insanları tarafından bazı karşı çıkışlar, dikkatli davranılması yönünde uyarılar yapılmış olsa da Kurultay, “Dünyadaki tüm dillerin atası Türkçedir. Tüm diller Türkçeden çıkmıştır.” gibi bir sonuçla kapatılır. Güneş Dil Teorisi’nin şu an tarihsel önemi dışında herhangi bir bilimsel değeri kalmamıştır; ama zamanında bir derdi savuşturmuştur: “Madem bütün diller Türkçeden çıkmıştır, demek ki bütün diller aslında Türkçedir. Bu durumda zaten yabancı sözcük yoktur ki onlara Türkçe karşılık üretelim. Konu kapanmıştır.”
Bu badire bu şekilde atlatılır, ama TDK yine de yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar aramaya ve türetmeye devam eder; ama bu defa mesele bir delilik hâlinden çıkmış, daha anlaşılır bir yörüngeye girmiştir. Bu arada şunu da söylemezsem haksızlık etmiş olurum: Yukarıda bahsettiğim o kaotik ortamda dahi, türetilen birçok sözcük Türkçenin sözlüğüne ve günlük kullanımına girmiştir. An itibariyle okuduğunuz metinde de Dil Devrimi sırasında ve sonrasında türetilmiş birçok sözcük yer almaktadır. “Yazı Devrimi”nde olduğu gibi “Dil Devrimi”nde de temel ve en önemli motivasyonlardan biri Batılılaşmak için Doğu’nun etkisinden çıkmaktır muhakkak. Bu durum da TDK’nin ve türetilen yeni sözcüklerin çoğu zaman uydurmalarla bugüne kadar alaya alınmasının yolunu açmıştır.
Bu noktada Gökhan Yavuz Demir’in “Türkiye’de dil tartışmaları, bizatihi dilin kendisine ilişkin bir tartışma değildir; söz konusu tartışma kendisini taşıyacak entelektüel altyapıdan yoksun olduğu için, ister istemez ‘ideolojik’ bir tartışma olma özelliğini sergiler.” cümlesi hem çok doğru hem de konuyu anlamak açısından aydınlatıcıdır. 1930’larda TDK çatısı altında ve Atatürk’ün himayesinde başlayan Türkçenin sadeleştirilmesi ve Arapça-Farsça sözcüklere karşılık bulma çalışmaları tam da bu özelliği sebebiyle bazı siyasî grupların sürekli saldırılarına hedef olmuş; dilin dilbilimsel ölçütlerle tartışılması değil, siyasî kamplaşmalar ön plana çıkmıştır. Geoffrey Lewis’in geçen yazıda da bahsi geçen kitabında, Demokrat Parti’nin iktidara gelir gelmez TDK’yi işlevsizleştirme ve “eski dil”e dönme çabaları ayrıntılı olarak anlatılırken konunun dile ilişkin değil, tamamen siyasete ilişkin bir çatışma olduğu da anlaşılmaktadır.
12 Eylül 1980 darbesinin ilk hedeflerinden biri de yine TDK olmuş, bir süre kapatılan Kurum daha sonra özerkliği olmayan ve başbakanlığa bağlı bir devlet dairesi olarak yeniden açılmıştır. TDK’nin süreli yayını olan Türk Dili dergisinin darbe öncesi ve sonrasındaki yazarlarına, konularına ve içeriklerine şöyle bir göz atıldığında bile farkın ne kadar büyük olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. 1980 sonrasında sağ siyasetin aslında hiç de rahatsız olmayacağı bir çizgide ilerlese bile 1950’lerden itibaren yine milliyetçi-muhafazakâr çevrelerce hedef tahtası hâline getirilmiş olan ve “Gomonis yuvası” addedilen TDK’ye bahşedilen bu “uydurmacılık” etiketi bir türlü silinmemiştir. TDK özelinde bir kez daha, adı bir kere dokuza çıkanın bir daha sekiz olarak çağrılamayacağı teyit edilmiş olur. Yıl olmuş 2021, tüm bu dilde sadeleşme çabaları sonucunda sözlüğe binlerce yeni sözcük girmiş, toplumun her kesiminden insanlar da bu sözcüklerin çok büyük bir bölümünü yazılı ve sözlü iletişimde kullanır olmuş; ama “Dil Devrimi” denince akla gelen yine “getirgeçli götürgeç, istençli düttürgeç, tıkırtılı pıtırtı” vb. oluyorsa ortada bambaşka bir sorun var demektir.
Belki de sorun bu sürecin adında yer alan “devrim” sözcüğündedir. Toplumumuzun kahir ekseriyeti için içinde “devrim” geçen herhangi bir ifadenin doğrudan olumsuz bir çağrışıma sahip olduğu düşünüldüğünde aslında artık güncel bir konu da sorun da olmayan “Dil Devrimi”ne karşı alaycılıkla da olsa sürdürülen düşmanlığı anlamak biraz daha anlaşılır hâle gelir. Biz devrim sevmeyiz ki!