On dokuzuncu yüzyıldan bugüne dek enformasyon alanında geliştirilen tüm iletişim araçlarını tekil olarak değil de bir bütün ve kendi aralarındaki korelasyon düzleminde ele aldığımızda, enformasyon devriminin altındaki temel sosyolojik/psikolojik motivasyonu anlayabilmek çok daha kolay.
İnsanların çok uzun yıllardır hayali olan “Sesli ve hareketli görüntüleri kalıcı hale getirmek”, bir başka deyişle “Hayatın bir benzerini mekanik üretim yoluyla yeniden kurmak” arzusunu, farklı bir ideolojik yönelimle, sınırsız tüketim olgusuyla harmanladığımızda gerçeği çok daha rahat görebiliyoruz.
Tüketim ve ölümsüzlük…
Sanayi-ötesi enformasyon toplumunun başlangıcı konusundaki tartışma aslında enformasyon toplumunun biçemiyle oldukça ilişkili. Tartışmalar iki farklı tarih arasında şekilleniyor. İlk öne çıkan tarih 1956, Amerika Birleşik Devletlerinde ilk kez beyaz yakalıların sayısının mavi yakalıları geçtiği tarih. Yani kola dayalı iş gücünün yerine bilgi becerilere dayalı emeğin, zihinsel emeğin ve hizmet sektörünün ağırlık kazanması.
ikincisi ise 4 Ekim 1957 tarihinde Sovyetler Birliği’nin ilk uydusu olan Sputnik’in uzaya gönderilmesi. Özetle teknoloji ve kapitalizmin yeni evresi…
Marshall McLuhan, geçmişten günümüze geliştirilmiş olan tüm teknolojileri işlevsellikleri ve kullanım alanları bağlamında ilgili organlarımızın bir uzantısı olarak yorumlamaktaydı (prosthesis, yani bildiğimiz protez bir uzantıdır zaten). Aynı mantıktan yola çıkarak internet ve bilgisayar teknolojilerini de beynin bir uzantısı olarak tanımlamak mümkün.
Ancak bu uzantılar günlük hayat pratiklerini kolaylaştırırken, bir yandan da ilgili organların tembelleşmesine ve yetilerinin körelmesine yol açmakta. Bilgisayar ve internet teknolojilerinin beynimize aynı şeyi yapıp yapmadığını söylemek için oldukça erken olsa da, düşünme, okuma, araştırma, iş yapma biçimlerini radikal bir biçimde değiştirdiğini söyleyebiliriz.
Tüketim, ölümsüzlük ve erişim kavramlarının birbirleriyle ilişkilerini kavrayabildiğimizde, günümüzün internet ve sosyal medya davranışlarını anlayabilmek ve ilişkilendirmek görece daha kolay hale gelebiliyor. Erişim, bilgi ve enformasyon kavramlarını biraz daha deşmekte ve tartışmakta fayda var. Çünkü asıl karmaşıklık, kirlilik ve gri alanlar bu üç kavram arasında şekilleniyor.
İnternet-Bilgi ve bilgi kirliliği, bilgi ve enformasyon farklılıklarına girmeden önce, internetin gelişimi ve bilgiye erişimin demokratikleşmesi ve kolaylaşmasını anlamlandırabilmek için Smith’in ortaya koyduğu Gutenberg ilkesiyle İskenderiye ilkesinin çatışmasını da kısaca hatırlamakta fayda var.
Gutenberg ilkesi bilginin olabildiğince yaygınlaşması, herkesin kendi ihtiyaçları doğrultusunda gereksinim duyduklarını çeşitli araçlarla (kitap, CD, kaset, sabit disk gibi)kendinde depolaması anlamına geliyor. İskenderiye ilkesi ise bütün bilginin merkezileştirilmesi ve ihtiyaç duyanların bu bilgiye merkezle bağlantı kurarak ulaşmaları demek. Günümüzde konuyla ilgili olarak akla ilk gelenler bulut bilişim teknolojisi, Wikipedia, Google books gibi servisler oluyor doğal olarak.
Geçmişte kitapla tanımlanan bilgi, kitap çoğaltımının el yazmalarıyla olması yüzünden kısıtlı bir dağılıma sahip ve aynı zamanda oldukça pahalıydı. Gutenberg’le başlayan süreçte baskı tekniklerinin ucuzlaması ve hızlanması kitabın, dolayısıyla bilginin tekelinin elitlerin elinden çıkmasına ve kültürel bir devrime yol açmıştı. İnternetin ve internetle bağlantılı teknolojilerin gelişimi ve ucuzlaması bilginin üretimi ve paylaşımı konusundaki hızlanmayı artırarak yeni bir devrimi müjdeliyor.
Egemen ideoloji hoşlanmadığı bu durum karşısında kontrol, sansür, paylaşımların engellenmesi mekanizmalarıyla karşı durmaya çalışırken, öte yandan bilginin dağılımı konusunda güç sahibi olarak tekelleştirmek için çabalarını sürdürüyor.
Evet doğru, internet ve özellikle sosyal medya sayesinde gün geçtikçe daha çok şeyden haberdar oluyoruz. Ancak unutulan veya göz ardı edilen nokta şu: Haberdar olmak ve bilmek maalesef aynı şeyler değiller. Dünyadan daha fazla haberdarız ama yaşadığımız dünyadan değil. Artık sadece haberdar olduğumuz dünyada yaşıyoruz.
Bu konuyu biraz daha açmakta fayda var.
İnternetin hızlı dünyası okuma ve yazma alışkanlıklarımızı değiştiriyor. Kısa, öz ve hızlı yazıp, kısa, öz ve hızlı okuyoruz artık. Diğer türlüsü, bilgi sahibi olmak yerine haberdar olmayı tercih ettiğimiz için (ettirildiğimiz demek bugün için biraz komplo teorisi gibi algılanıyor ama öyle mi yoksa gerçek mi?) teknik olarak mümkün değil.
Yaşadığımız gerçek yaşamla, ilgi alanlarımız dışında gerekli gereksiz her şeyden haberdar olma isteği gerekli bilgi ediniminin önünü kesiyor. Bell, enformasyonu haber, istatistikler, raporlar, vergi cetvelleri, mahkeme kararları bağlamında tanımlıyor. Artan dünya nüfusu, hareket kabiliyeti, ilişkilerin daha kompleks hale gelmesi, bu yeni ilişki biçimlerinin gerektirdiği haber, işlem, kayıt, belge, tutanaklar gibi.
Ancak bunların birçoğunun bilgi kavramıyla yakından uzaktan bir ilişkisi yok. Bilgilenmek, enformasyonun bir bağlamda temellendirilerek yorumlanması, ilişkilendirilmesi ve kavramlaştırılmasıyla mümkün ancak.
Bu nedenle internet ve bilgisayarın hayatımıza getirmiş olduğu bilgiye kolay erişim, aslında daha çok enformasyona erişimle sınırlı kalıyor. Arama motorlarının işleyiş biçimlerindeki “anahtar sözcük” yapılanmaları, daha kompleks olan bilginin kelime bağlamında değil de, kavram bağlamındaki ilişkisel ağlarına erişmemize olanak veremiyor. Bu nedenlerle bilgi yerine enformasyonla yetiniyoruz.
Enformasyonu sosyal medya üzerinden almak ve vermek, nitelikten çok niceliksel ağırlıklı yüzeysel haberler, çarpıtılmış, kirletilmiş, içeriği bozularak yeniden üretilmiş, kalıcı ve devamı olmayan bilgi parçacıkları üretmekten öteye gidemiyor.
İletişimin en çok yaygınlık kazandığı internet öncesi dönemde sistemin ideolojik aygıtları haline gelen televizyon, zihin durumumuzu ve zihinsel alışkanlıklarımızı değiştirerek, yenilerini üreterek öğrenmeme, öğrenerek cahil kalma, öğrendikçe cahilleşmeyi getirmişti.
Ana akım gazeteler, radyolar ve diğer kitle iletişim araçları da televizyon kadar olmasa da tek taraflı iletişimi destekleyerek haber ve bilginin tek tipleşmesine destek olan araçlar olarak tarihteki yerlerini almışlardı.
Ana akımdan uzak duran, alternatif yayınlar tabiî ki hep oldu. Ancak erişimleri ve etkileşimde bulundukları kitlenin, izlenme, dinlenme oranları, tirajları düşünüldüğünde bunları kolayca göz ardı edebilmek mümkün.
“Gazete okumak, radyo dinlemek psikolojik tiryakiliktir. Zehir, tütün, alkol tiryakileri gibi bu tiryakiler de ancak gönüllü bir çaba ile bu durumdan kurtulabilirler. Kişiler, cinayet ve boşanmaları okumaya, resimli romanlara göz gezdirmeye ya da radyo oyunları ve dans müziği dinlemeye boyun eğdikçe, bu alışkanlık doğuran dürtülerle birlikte gelen propagandanın etkisinde kalmayı da göze almalıdırlar”
A. Huxley
Tek taraflı iletişim, iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ve globalleşmeyle yok olmaya başladı. Birden çoğa iletişim, yerini çoktan çoğa iletişime bıraktı.
Huxley medyanın gücünden bahsederken eskiden iyi bir konuşmacının birkaç bin kişiye erişebildiğini, ancak bugün “geveze bir diktatörün” kendisine özgü coşkun ögelerini milyonlarca kişinin kulağına boşaltabileceğini söyleyerek durumun önemine değindikten sonra “Şimdiye dek bunca çok, bunca azın elinde kalmamıştı” demişti.
Peki “Bunca çok”, “Bunca çok”un eline kaldığında durumda bir değişiklik oluyor mu?
Artık kimsenin yönlendirmesine izin vermeden, kendiliğinden ne düşünmemiz, ne hissetmemiz gerektiğini biliyoruz. Bireyselliğimizi özgürce yaşayabiliyoruz. Her şeyden haberdar olduğumuz, haberi üreten ve dinlenen olduğumuz için artık kendimizi “özgür” olarak tanımlayabiliyoruz.
Gerçekten öyle mi?
Yoksa büyük bir çoğunluk için bu hala bir yanılsama mı?
Doğru, artık seçeneğimiz çok fazla. Tercihlerimizi kullanıyoruz, edilgen değiliz, artık enformasyonu, bilgiyi biz takip ediyoruz/üretiyoruz. Verilenle yetinmiyoruz.
Kodlar artık bizim elimize geçti. Ancak hala sosyal medyada üretim yaparken ağırlıklı olarak ana akım medyadan besleniyoruz. Onların söylemlerini tekrar üretiyoruz ya da karşı çıkıyoruz. Var olan yargılarımızı takip ettiklerimizle, yani taraf olduklarımızla pekiştiriyoruz. Aslında sahip olduğumuz bilgiyi veya yargıyı çoğaltmanın ötesine çok zor geçebiliyoruz.
Kodların elimizde olduğu yanılgısı, özgür olduğumuz sanrısıyla birleştiğinde egemen ideolojinin doğrudan sansür ve kontrol mekanizması dışında tam da arzu ettiği iklimin oluşmasına olanak sağlıyor. Bir bakıma Jeremy Bentham’ın “Panopticon” tasarımının enformasyon mimarisine uygulanmış biçimini yaşıyoruz. Çevredeki halkada yer alıp hiç göremeden görülüyoruz, merkezi kule ise görülmeden hepimizi görebiliyor.
Bu önemli ve sinsi mekanizma gücünü bir yandan otomatikleştirmekten, diğer yandan bireyselleştirmekten alıyor. Sistemin egemen ideolojiye en büyük faydası; görülmeyen bir güç olarak oto-sansürü dayatması ve teslimiyetçiliği içselleştirmemizi sağlaması olarak karşımıza çıkıyor.
George Orwell 1984 adlı eserindeki yönetsel sistem olan İngsos’u (Orwell “İngsos” kelimesini gelecekte nasyonel sosyalizmin egemen olacağı İngiltere’sini anlatırken, İngiliz ve sosyalizm kelimelerinden türetmişti) “Panopticon”dan esinlenerek ortaya koymuş olsa da, geleceğin kontrol toplumunu oluşturan, baskıcı, tahakkümcü, acımasız ve kontrole dayalı bu sistemle insanların tamamı izlenmekte, her yaptıkları kaydedilmekte ve sisteme uygun olmayan tüm davranışlar acımasızca yok edilmekteydi.
Ancak egemen ideolojinin enformasyon mimarisi, çok daha akılcı bir biçimde bu iki kavramı sentezliyor. Özgürlük yanılsamasının yanına gözetlemeyi koyarken, aynı zamanda yeni iletişim ve enformasyon teknolojilerinin bütün entelektüel faaliyetleri kendi tekeline alma, kendi düzlemine uyarlama çabalarıyla zenginleştiriyor. Globalleşme ekseninde tüm dünya tarihinin binlerce yıllık bilim, kültür ve sanat mirasını tek bir uygarlığın yapay diline tercüme ediyor, içini boşaltıyor, tekelleştirme ile beziyor ve önümüze koyuyor.
Daha da korkuncu, bunu bize yaptırıyor.
“Video meliora proboque deteriora sequor ovidius”
(İyi yolu görüyor ve takdir ediyorum ama kötü yoldan gidiyorum)
Ovidius
Geldiğimiz noktada gerçek içerik ve bilgilere sahip olan blog yapılanmaları, enformasyon bombardımanının aptallaştırdığı ve yüzeyselleştirdiği duruma önemli bir alternatif olarak gözüküyor. Tabi ki 140 karakterlik cümlelerden kafamızı kaldırabilir ve son dönemlerin yükselen trendi olan fotoğraf ve video ekseninden kendimizi alabilirsek.
Hayal gücünün yerine ikame olan ve kısıtlayan görsel kültüre yönelim çocukluktan başlıyor. Öze bağlı kalınarak, farklı kültür ve nesillerde yeniden üretimlerle çoğaltılabilen ve önceleri sözlü olarak başlayarak sonrasında yazılı devam eden masal ve hikaye kültürü yerini görsel anlatımlarla “zenginleştirilerek”, hayal gücünün yerine tanımlanmış, sınırlandırılmış resimli kitaplarla bıraktı.
Çizgi filmle kendini pekiştiren bu süreçten geçen kuşağın çocuklarının YouTube ve Pinterest düşkünlüklerini anlamak çok da zor değil. Aynı durumu başta söz ettiğimiz organların uzantısı olan aletleri, yaratıcılığı körelten, hayal gücünü kısıtlayan ve çocukların motor hareketlerini zayıflatan oyuncaklar üzerinden okumak da mümkün.
Ve tabi kuralları değişken, gelişime açık, özgür sokak kültürü oyunlarının yerine ikame olan daha kuralcı, duruma göre değişiklik göstermeyen, sınırlandırılmış katı kutu oyunları ve elektronik oyunlar için de söylemek mümkün.
Alternatif yayın politikaları ve yayınlar ve bloglar, okuma alışkanlığı, farklı düşünebilmek, algılayabilmek için oldukça önemli. Tek taraflı ve kontrollü bilgi servisi yaygınlaştığında ve baskıcı bir nitelik kazandığında arayışların başlaması ve bu mecralara yönelimin artması çok doğal.
Basılı yayın kültüründe fanzinlerle ve alternatif dergilerle bunun örneklerini daha önce yaşamıştık. Kültürel atmosferde asıl zenginliği bunlar oluşturuyorlardı. Ancak bugün internetteki kirlilik ve özgür olduğumuz yanılsaması, teknolojinin getirdiği tembellik, enformasyon akışının hızlanması, bilgiden uzaklaşma, bilginin tekelleşmesi, bu zenginliği oluşturan e-zine’lerden, bloglardan bizi gittikçe uzaklaştırıyor.
İsmini hatırlamasam da, yıllar önce İsveç parlamentosunun bir kadın üyesinin internette de çok dolaşan bir sözüyle bitirelim.
“Eğer, Karl Marx bugün yaşasaydı Das Kapital’i değil Die Information’u yazardı.”