Geçen yıl temmuz ayının neredeyse ortasından itibaren ülkeyi topyekûn cehenneme çeviren yangınlarla ilgili bir iki satır yazmak, içimi dökmek istiyorum. Aslında istemiyorum, elim gitmiyor yazmaya çünkü yangın, sel, heyelan gibi doğal afetlerin sorumlusunun daha çok insan olduğu bir yüzyıldayız…
Doğanın zorlu şartlarından kendimizi korumak adına yapabileceklerimiz belli. Hatta özen gösterildiğinde, anlamaya çalışıldığında, bilimsel yöntemler takip edilerek analizi yapıldığında doğa sizi yanıltacak çok büyük pik noktaları çıkartmaz karşınıza. Meteoroloji en fazla 1 derece yanılır, deniz söylenen saatten iki çeyrek sonra patlar, fırtına son anda yön değiştirse de aslında nereden gelip nereye doğru yol alacağı üç aşağı beş yukarı biliniyordur çünkü binlerce yıldır aynı rutini takip eder, aynı rotada gelir ve gider… Küresel iklim değişikliği milimetrik, onda bir derecelik, gramlık değişimi gösterir ve bu da uzun zamana yayılmıştır aslında. Biz çok küçük bir zaman aralığına odaklandığımız için devasa bir değişim görür, geçen yıl bu kadar yağmamıştı, esmemişti, ısınmamıştı desek de, aslında, ortalamaların biraz üstü ya da altıdır bu farklar…
Doğa milyonlarca yıl içinde sayısız kez kendini yenilerken insanın yeryüzünde var olduğu şu kısacık zaman diliminde şahit olduğu yıkımlar bile göz korkutacak kadar fazladır. Yaşadığımız coğrafyalar, sosyokültürel yapımız, eğitim, toplum ve çevre bilinci gibi konulara çok da girmek istemiyorum. Ne yazık ki gün geçtikçe dünya ortalamasının altında seyreden bir çizgide bilime verilen önem ve bilinç konuları aşağı yönlü azalmakta…
Televizyon, sosyal mecra ya da platformlarda gördüğümüz, şirketlerin doğa bilincinin maddiyatın önüne geçtiği sinyalini beynimize yollayan o janjanlı reklamların gerisinde, halkın küçük bir kısmında uyanan çevre bilincinin tatmin edilmesi ve kazanç kapılarının kapanmasını engelleme çabasından başka bir şey olmadığını da hatırlatmak isterim. Devasa kârlılık ve istismar istatistikleriyle bu zamana kadar gelmiş olan, her biri orta ölçekli bir devlet bütçesi kadar yıllık ciro sahibi bu şirketlerin o görselleri ve cümleleri kullanarak potansiyel müşterilerine duygusal mesajlar verip, “en az sizin kadar farkındayız yaptıklarımızdan” temalı ağlak ve romantik serzenişleri benim midemi bulandırıyor.
Özellikle de, “bu ürünü kullanırsanız, biz ormanları / denizleri / hayvanları koruyacak ya da sürdürecek şekilde bağışta bulunuyoruz” şeklinde gözümüze sokulanlar ayrı bir tiksinti kaynağı benim açımdan… O fabrikaların, üretim tesislerinin doğayı kirletmemesi için harcamaları gereken rakamlara bakınca neden bu kadar romantik ve görsel zengini, ajans masalarından çıkma cümlelerle üstümüze geldiklerini de anlıyoruz. Çünkü tabiat dostu bir fabrika yapabilmek dünyanın parası, oysa sizin seyrettiğiniz ve vaatler üzerine kurulu bir dakikalık görselin faturası sadece on binde biri kadar… Üstelik marka bilinirliği, marka güvenilirliği açısından da getirisi çok yüksek. Mesela benim merak ettiğim konu, o her bir birim maldan satın aldığımızda, vereceklerini, yapacakları vaat ettikleri rakamlar ve emekler gerçekten veriliyor ya da sarf ediliyor mu? Yıllık cirolarına / kârlılıklarına oranlarsak her bir devasa şirket ne kadarlık kaynak aktarımı yapıyor, kime ve ne zaman? Bir sürü sorulacak soru var bu konuda ve eminim her birisi için de sayfalarca cevap yayınlayabilirler… Ama katledilen bir ormanın yerine gelmesi için geçecek süreyi hangi parayla satın alabileceklerini, yok olan, nesli tükenen onlarca, yüzlerce hayvanın karşılığının “kaç para” olduğunu, içimize çektiğimizde ciğerimizi yakan havanın ve üzerinde ülkeler kadar büyük plastik çöp adalarının oluştuğu okyanusların temizlenmesinin, bu hale gelmesinden kat kat daha zor olduğunu ve bir daha asla eski haline dönemeyeceğini de söyleyemeyecekler…
Toplumsal ahlâkın hızla çöküşüne tanık olduğumuz bir süreç yaşıyoruz aslında. Politikacıların, büyük sermaye sahipleriyle olan girift ilişkileri, halkın geçim derdiyle asla örtüşmeyen ve doymak bilmez iştahları bizi git gide batağa sürüklüyor.
1970’lerde çevre kirliliğinin etkilerinin artması sonucunda tüm dünyada başlayan çevreye karşı duyarlılık ve zararların tespiti ile ilgili uzun süren araştırmalarla çıkartılan raporlarda, gayet net bir şekilde, sanayileşmenin bir sınırı olması gerektiği ve dünyanın kaynaklarını tüketmeden, var olan düzenini dengesiz ve yetersiz hale getirmeden durmamız gerektiğinin bunun da “tam şu an” olduğunun altı çizilmişti. Peki bu uyarı biz insanları biraz olsun duraklattı mı? Tabii ki hayır!
Bundan sonrasında duracak mıyız peki? Buna da aynı cevabı gönül rahatlığıyla verebilirim, yüreğim acıyarak…
Bu yazıyı okuyanların zaten çevre bilinci olan, gördüğü, okuduğu her şeye körü körüne inanmayan, sorgulayan ve hatta kendi araştırmasını yapıp, üzerine bir tuğla daha koyacak kadar da emeğini sakınmayan insanlar olduğunu biliyorum. O yüzden kendimi ifade ederken renkli cümlelerin arkasına sığınmıyorum, olduğu gibi, tüm karamsarlığım ve dürüstlüğümle, bundan sonrasında dünyanın çok da iç açıcı bir yer olamayacağını, “medeni” insanın ihtiyaçlarının artık Maslov’un ihtiyaçlar piramidini ters çevirecek kadar değiştiğini fark ettiğimiz günlerin geldiğini söylüyorum.
Kendi minicik etki alanımız olan bir oda büyüklüğünde bahçemiz, iki sandalyelik balkonumuz, nohut oda bakla sofa evimizin içinde ve sınırlı etkileşimde bulunduğumuz çevrelerde kişisel çabalarla bir şeyleri düzeltmeye, var olanı bozmamaya, korumaya çalışsak da, devletlerin tekelinde olan yasalaşma ve uygulama konusunda elimiz kolumuz bağlı…
Bu hafta tatil modunda, nükteli bir yazı yazmayı umut ediyordum ama “bunaldığı için” ormana kibrit çakan bir “insansı” haberi yüzünden içimdekileri bir anda döktüm, lütfen kusuruma bakmayın…
Modernleşmek güzel ama eve aldığınız her elektronik eşyanın elektrik ihtiyacını, ihtiyacınız olmadığı halde aldığınız her bir tekstil ürünü için harcanın suyu, eskisi hala çalışırken sırf yenisi daha konforlu diye değiştirdiğiniz herhangi bir şeyin ödemesini yaparken lütfen bir an olsun aklınıza gelsin; o “şey” ormanın, suyun, rüzgarın, havanın ruhunu, dünyanın kıt kaynaklarını azaltıyor ve kirletiyor…
Bireysel olarak az etkimiz olsa da sona doğru koşar adım ilerleyen bu gencecik dünyanın biraz daha uzun süre dayanabilmesi için elimizden geleni yapmadığımız her gün, aslında büyük bir kayıptır…
Hayallerimiz kadar var olduğumuz o fantezi dünyasının yanı sıra, hepinizin, kendi minicik çevresi için elinden geleni yaptığı, başına yastığa koyarken de bunun huzurunu yaşadığı gerçeklikte, günün kahramanı olmasını diliyorum…
Fotoğraf: Markus Spiske/ unsplash.com