Duvarda böyle yazıyor… Kim, kimi affetmiyor, duvarın önünden geçen birinin bunu bilmesi neredeyse imkânsız. Affedilmeyecek olanın bile bu uyarının ya da bildirimin kendisine yapıldığından haberi olmayabilir. Ama yine de bilgi başka kanallar yardımıyla muhatabına ulaştırılacaktır. Ya bir arkadaş aracılığıyla ya da bir sosyal medya mesajı olarak sızdırılacaktır, ilgilisine! Tahmin yürütebiliriz: Ortada gerilimli bir aşk var; taraflardan biri duygusunu öfkeyle dışarıya vuruyor. Hatta tehdit de ediyor, geri dönüşün olmayacağını bildiriyor!
Bu; işin bir boyutu. Benim aklımı meşgul eden ise yazıyı yazan kişinin cinsiyeti oldu. Bir erkek olmalı, diye düşünüyorum. Çünkü kamusal alanının sorgusuz sualsiz sahibi erkekler! Elde fırça ya da sprey boya, duvarları yazmak onlar için daha kolay. Gece sokağa çıkacaksın, niyetini duvara döşeyeceksin. Düşününce duvar yazılarının çoğunu erkeklerin yazdığı aşikâr. Belleğimi zorluyorum, grafiti işiyle uğraşan sanatçıların bile arasında kadın örnek aklıma gelmiyor. Belgesel filmlerde de kadın graffiti’ci hiç hatırlamıyorum…
Belgesel filmlerin içeriğinde erkeğin temsili geçmişte daha baskın iken, günümüze yaklaştıkça kadınların daha görünürlüğü artıyor. Bunun çok basit iki nedeni var: Birincisi, toplumsal koşulların değişmesi. Kadın emeğinin varlığı ve görünürlüğü artık sadece ev içi faaliyetlerle ya da aile içi üretimle sınırlı değil. Özellikle kentlerde kadın emeği hayatın pek çok alanında vazgeçilmez durumda. İkincisi, politik hareketlerin çeşitlenmesi ve güçlenmesi. Kadınlar, bu hareketlerin içinde hem bir olgu olarak varlar hem de vazgeçilmez özneler olarak. Belgesel sinemada kadın cinsiyetinin temsili meselesine sadece içerik olarak bakmamak gerekiyor. Türkiye’de belgesel film çeken kadın yönetmen sayısı erkeklerden daha az değil. 2013 yılında yaptığımız akademik araştırmada meslek örgütüne kayıtlı kadın yönetmen sayısının erkeklerden yüksek olduğunu saptamıştık. Kadın yönetmenler varlar, üretiyorlar ve seslerini duyurmak konusunda da çok başarılılar.
Hem de çok yürekliler
Geçtiğimiz günlerde Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ön jürinin yarışma finalisti olarak seçtiği, kadın yönetmen Nejla Demirci’nin Kanun Hükmü belgeseli yarışmadan çıkarıldı. Yönetmen, filmin “hukuka müdahale etmeme” gerekçesiyle yarışmadan çıkarıldığı haberini sosyal medya “duvar”ından duyurdu:
Kanun Hükmü belgeseli kimin tarafından verildiği yeterince anlaşılmayan bir kararla yarışmadan çıkarılmıştı. Festivale kısa bir süre kala böylesi bir “tasarruf” Türkiye’de “keyfiyetin” ve sanata tahammülün düzeyini ortaya koyuyordu. Bir anda sosyal medya “duvarları” sansür haberiyle donandı; duymayan, görmeyen kalmadı. Söz konusu film çekim aşamasındayken de bazı engellerle karşılaşmış, yasaklamalara maruz kalmış, davalar açılmıştı. Yargılama süreci Anayasa Mahkemesine kadar uzanmıştı. Mahkeme yönetmenin ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine hükmetmiş, bir anlamda sürece son noktaya koymuştu.
Ya sinemacılar?
Finalistlerin açıklanmasından sonra festival “yönetimi” böyle bir kararı alabiliyor! Bir başka deyişle, gerçekte kim ya da kimler olduğunu tam olarak bilmediğimiz birileri, bir film için duvara “Affetmem” yazıyor. Doğal olarak kadınıyla-erkeğiyle başta sinemacılar olmak üzere, sanatçılar ve aydınlar kendi “duvar”larından bu yasağın kaldırılmasını talep etti. Bireysel tepkiler büyüdü, kurumsal tepkiler oluştu. Festivalde görev alan jürilerin ve festivalde yer alan diğer film ekiplerinin tepkisi merak edilmeye başlandı. Nitekim onların beklenen yanıtı da duvarlara yansıdı:
Tepkiler dinmeyince Festival Başkanı festival web sitesinin duvarından kişisel bir ileti paylaştı: Açıklamada yasaklama gerekçesi olarak söylediklerinin tersine, “herhangi bir yargı sürecinin bulunmadığı”, filmin seçkiye geri alındığı belirtiliyordu:
Sinemacılar, festival katılımcıları tam derin bir nefes alıyordu ki, bu kez Bakanlığın duvarından yeni bir paylaşım yapıldı:
Filmin adı Kanun Hükmü… Gerekçe yürüyen bir dava… Açıklama yürüyen davanın olmadığı… Sonra Bakanlığın çekilme kararı…
Duvarlar yeniden çalkalandı, dinen tepkiler alazlandı. Sonuçta sadece bir filmin sansürle karşılaşması değil mesele. Türkiye’nin en eski film festivali, 60. Yılında içinden çıkılamayacak bir bataklığa gömüldü. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı festivalin iptal edildiğini; sürecin müsebbibinin ise Festival Başkanı olduğunu duyurdu. Keyfiyetin, liyakatsizliğin, beceriksizliğin vardığı nokta bir çaresizliğin ifşası oldu.
Sonuçta kim, ne kazandı? Kazanıyor? Kazanacak?
Başlangıçtaki örnekte verdiğim gibi, kuru bir öfkeyle duvara “Affetmem” yazmanın kime ne faydası olacak?
Unutmamak gerekiyor; sanat “duvarı” hiç affetmez!