Babil’de Panik..

0
108

Anthony Bourdain ve İntihar Genel Ajansı[1]

Anthony Bourdain’ın intiharının üzerinden neredeyse altı yıl geçti. O dönem ajanslar bu intiharı, şefin o dönem birlikte olduğu Asia Argento’nun onu aldatmasına bağlasalar da daha sonraki otopsi raporları kanındaki terapi hapları ve alkol tahribatını ortaya koydu. Anthony Bourdain, hem “No Reservations”da hem de “Parts Unknown”da basit bir gastronomi programının ötesinde bizi kültürün derin, kirli, öteki, Deleuze’un işaret ettiği Kabil’in izbeliklerinde kalmış halleri ile tanıştırdı, o gediklerdekilerin hikayelerini anlattı. Bourdain gibi yemeğin ötesinde iyi bir kültür adamının bile isteye girdiği bu dehlizler, onun varlığında ne denli yaralar açtı, aslında her ilerleyen programda bu vaka daha açık beyan kendini gösteriyordu.

Bourdain’ın dünyasında ters giden şeyleri seçtiği konuklardan, yaptığı alıntılara, kullandığı müziklere kadar okumak mümkün. Bu adam, dünyanın boka sardığı 21. Yüzyılın tüm yozlaşmasını ve büyüyen umutsuzluğunu, bize dünyanın yapılmış en pahalı ve prestijli CNN prodüksiyonlarından birinde, yemek programı kisvesi altında gösteriyordu. Kierkegaard’ın “deva nâ-pezir” hastalığına yakalanmış bu adam bana Angelopoulos’un “Leyleğin Geciken Adımı”nda apansız kaybolan Marcello Mastroianni gibi bir sürpriz yapacakmış gibi hissettiriyordu. Filmde izini kaybettirip, kıyamet tellallığına soyunmuş bu politikacı, unutulmuş bir sınır kasabasına sığınmış bir münzeviye dönüşmüştü, eski bir tren vagonunda- bir çocuğa ve hiç tanımadığı bir yabancıya tuhaf öyküler anlatırken koca ülke onu arıyordu.  Ve bu kendini kaybeden tuhaf politikacının yazdığı “Yüzyılın Sonundaki Umutsuzluk” kitabının telaşındaydı herkes.

Beni Bourdain konusunda böyle alengirli düşüncelere iten ilk program, 2015’te yayınlanan 5. Sezon’un 8. Bölümü olan Beyrut bölümüydü. Beyrut’taki bir sığınma kampındaki Suriyelilerle çektiği sahneler oldukça sertti. O bölümle ilgili ufak bir fragmanı bir yıl sonra yayınlanan Saeculum Obscurum (Karanlık Çağ Diyetleri) kitabımda yazmıştım:

“… Bu sıkıntı, kurşun gibi ağır odada olmadık bir felaketi çağırıyor… Bir tütün yakıp televizyonu açıyorum… Bilinmeyen Bölgeler diye bir program Beyrut’ta çekim yapıyor.  Beyrut’taki bir sığınma kampında mülteci bir öğretmen konuşuyor: Suriye’deki savaştan kaçtıklarını söylüyor sonra tedavi edilmesi gereken hasta bir bebeği gösterip -bakın bu insanlar bekliyor sadece bekliyor, Godot’yu bekliyorlar, hiçliği bekliyorlar, Tanrı’nın yardımını bekliyorlar- diyor…  Kısa bir zaman kırılması, varoş binaları arasında dolanan kamera ve sofra başında aynı adam söze devam ediyor: -Nereye gideceğimizi bilmiyoruz, Suriye’ye mi geri dönelim? Denizin öte tarafına mı geçelim? Ya buradaki hükümet hepimizi toplayıp, Suriye’ye geri gönderirse ne yapacağız? Bizim bu evrende artık bir toprağımız yok, biz hiçbir yere ait değiliz, hiçbir yere- Oda zırh giymiş bir tanrı gibi ağır…”

(…)

Parts Unknown’un 10. Sezonu 7. Bölümü’nde ise şimdi geeklerin mabedine dönüşmüş olan ama bir zamanlar grunge müziğin kalesi olan Seattle’de geçiyordu. Bu bölüm açıkça Bourdain’ın eski grunge tanrılarına adadığı bir adak programıydı. Müzik tarihinde en çok intihar ve ölüm grunge gruplarından çıkmıştır. Mother Love Bone’dan Andrew Wood, Nirvana’dan Kurt Cobain, Alice in Chains’ten Layne Staley yine Alice in Chains’ten Mike Satrr, Soundgarden ve Audioslave’den Chris Cornell, Stone Temple Pilots’tan Scott Weiland, Hole’dan Kristen Pfaff, Riot Grrrl Hareketi’nden Stefanie Sergent ve Gits’ten Mia Zapata. Grunge çağının bu önemli kadın ve adamlarının topraklarında Bourdain bir cigara sarıp ekibi ile içiyordu. Sonra birasını içerken sahnede grunge aleminin o dönem hayatta olan en büyük sesi Mark Lanegan’ı dinliyordu. Lanegan ise sahnede Bubblegum albümünün trajik şarkılarından Strange Religion’ı söylüyordu:

“Should ‘ave known they were walkin’ on holy ground

This life might eventually

Just be the end of me

Will I still be with you?”

Tuhaf Din arkada dönerken, Bourdain ve Lanegan’ın akşam yemeği sofrasındaki mevzuları yine “yozlaşmaydı”. Tabi ki ne Bourdain, ikisinin birlikte yediği bu son akşam yemeğinden beş yıl sonra 58 yaşında Lanegan’ın öleceğinden haberdardı, ne de Lanegan, bu geceden bir yıl sonra Bourdain’ın intihar edeceğini kestirebilirdi.

(…)

Sonra Parts Unknown’un 11. Sezonunun 6. Bölümü olan; o meşhur Berlin bölümü var. Bu bölümde şefe 90’lar Amerikan saykodelik ve anti-folk alemlerinin ünlü müzik ve plak adamı Anton Newcombe eşlik ediyordu. Newcombe, Oregon’dan Berlin’e taşındıktan sonra uçuşa geçtiği ünlü underground projesi The Brian Jonestown Massacre ile müthiş deneysel albümler kaydetmişti. Newcombe’un projesinin iki isim babası vardı; ilki 3 Temmuz 1969’da henüz 27 yaşındayken yüzme havuzunda, yüksek alkol ve uyuşturucudan ölü bulunan Rolling Stones’un kurucusu Brian Jones, diğeri ise 1978’de Guyana’da yaşanan tarihin en tuhaf katliamı. Dönemin garip kültlerinden Halkın Tapınağı tarikatını kuran vaiz James Warren’ın 911 müridini ikna ederek toplu intihar ettikleri bu tuhaf katliam ve Rolling Stones gibi dünyanın en büyük gruplarından birini kurduktan sadece yedi yıl sonra intihar eden Brian Jones’a atfedilen The Brian Jonestown Massacre’ın müzikleri Berlin bölümü boyunca Bourdain’ın hikâye anlatıcılığının arkasında kulaklarımıza işliyordu. Bu bölümün görkemli kapanışında Bourdain’ın İrlandalı bir oyun yazarından yaptığı alıntı ile anlatısını sona erdiriyordu; adını vermediği o meşhur İrlandalı pekâlâ Samuel Beckett’tı. Yaptığı alıntı da Beckett’ın Godot’yu Beklerken’den hemen sonra 1953’te yayınladığı The Unnamable (Adlandırılamayan) romanındandı ve Bourdain romandaki meşhur cümleyi tekrarlıyordu:

“You must go on. I can’t go on. I’ll go on.”

Bourdain alıntıyı yaptıktan sonra önümüze açılan sahnede Brigitte Helmvari bir kadın, Elsa von Freytag-Loringhovenvari bir dans yapmaya başlıyordu. Weimar Cumhuriyeti’nin dekadan kabarelerine ve Ekspresyonist estetiğe selam çakan bu dansın arkasında ise The Brian Jonestown Massacre’ın leziz Aufheben albümünün açılış parçası “Panic in Babylon” gümbür gümbür çalıyordu.

2021’de ise Amerikalı yönetmen Morgan Neville’ın oldukça tartışmalı belgeseli Roadrunner: A Film About Anthony Bourdain gösterime girdi. Şefin sofistike ve çatışmalarla dolu hayatının keskin uçlarını gösteren bu belgesel, Bourdain’ın karanlık hatta bazen de izleyiciyi sinirlendirecek derecede bencil ve agresif yanlarına odaklanıyordu. Birçok eleştirmen bu belgesel sonrası Bourdain ile ilgili daha sert metinler kaleme aldı. Belgesel bize şef ile ilgili  Heidegger’in ölümü sonrası ortaya çıkan defterlerinde toplama kamplarına ilişkin yazdığı itirafları kadar radikal bir şoka sokmasa da, aklımıza bir yığın “vay anasını” soru işaretini soktu. Yine de bu dünyadan Anthony Bourdain adında bir tuhaf punk geldi geçti…


[1] Dadacı Jacques Rigaut’nun 1920’lerde yayınlanan meşhur İntihar Genel Ajansı (İGA) metnine sataşma. İlgilisi için metnin çevirisi 2015 yılında Kült Neşriyat tarafından yayınlanan Rigaut’nun İstiridye Kumsalı’ndaki Ayna kitabı içinde mevcut.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz