Türklerin “gücük”, Kürdlerin “sibat” ya da “reşemi”, Ermenilerin “Pʿedrvar”, Rumların “februaris”, Yahudilerin “şevat” dediği ay şubat. Sözlükler Akadça kökenli, “vurma, çarpma, yıkma” anlamına gelen “şabatu” ile ilişkilendirseler de rivayet muhtelif. Akadça “şabatu”, İbranice “şevat”, Süryanice “şabat” ve nihayet Arapça “şubât” sözcüğü uzun yolculuğunun sonunda dilimize şubat olarak yerleşip kalmış.
Kışın bahara göz kırptığı şubat, dedem Hacı Muzaffer Bey’in her gün odun- kömürü, anneannem Hatice Hanım’ın kilerdeki kavanozları endişeli gözlerle ölçüp biçtiği bir aydı aynı zamanda. Haksız değillerdi zira çocukluğumun İstanbul’u için şubat, kar demekti. Kışın bu bahara en yakın, en bastıbacak ayı boyuna posuna bakmadan efelenirdi ya efeliğini de yoksula, dar gelirliye taslardı hep. Odun kömür alınırken iyi hesap edilmemiş, soba azıcık müsrifçe yakılmışsa, Hatice Hanım’ın yazdan istiflediği salçalar, reçeller, tarhanalar bol bulamaç tüketilmişse cüce şubat ve ardından gelecek mart için nefesler tutulur, nisan’ın turfandaları tezgahlarda boy gösterene kadar da bir “oh” çekilmezdi artık.
Endişeli zamanlarda dedem ve anneannemin birbirlerine acı acı gülümseyip ayağa göre uzatılması gereken bir yorgandan söz ettiklerini işitir, çocuk aklımla bir türlü anlam veremediğim bu yorgan hikayesinden kendimce ders çıkartıp geceleri ayağımla yorganımı ölçtüğümü hatırlarım. Şanslıydım, ayağı hep yorganın içinde kalabilmiş bir çocukluktu benimkisi.
Yokluk fark edilen, bir ölçüde baş edilen bir şey. Lâkin yoksunluğun, yokluktan daha ağır bir şey olduğunu anlamam, kendimi çocukluğuma oranla varsıl saydığım, her şeye görece daha rahat erişebildiğim zamanlara denk geldi. Bunu nasıl anlatabileceğimi bilemiyorum fakat benim büyüdüğüm yıllarda “yok”, büyük bir çoğunluk için “yok” tu ve gerçekten de “yok” tu… Varlığın merkezinden dalga dalga çoğalarak büyüyen yokluğun tam olarak neresinde olduğumuzu çocuk aklımla ayırt edememekle birlikte bugün güçlü biçimde hissettiğim o ki, büyüklerin endişeli gözlerinden yansıyan yokluk, biz çocuklara dayanışmanın kadife duvarlarına çarpıp yumuşayarak ulaşabiliyordu ancak…
Kapıları dışarıya değil fakat birbirlerine açık evlerde; birbirlerine, en çok da çocuklara kol kanat gererek hayata tutunan büyüklerin dayanışması, etrafımızda kadife duvarlar örmüştü.
Yağ yoktu, gaz yoktu, et yoktu, süt yoktu, para yoktu ama bütün bu yokluklardan inanılmaz bir bereket çıkarmayı beceren şahane kadınların, şahane adamların el ele ördükleri bir dayanışma ağı vardı. Olanı olmayanla paylaşabilen, azı bir araya gelip getirerek çoğaltabilen, iyiliğin kibrini sonsuz bir şefkatle, alçak gönüllülükle un ufak edebilen, kötülüğü sezip karşısında durmayana şaşırıp kızabilen insanların kurup büyüttüğü bir dünyaydı çocukluğumun dünyası… Boş raflara inat, yüreklerin şefkat ve dayanışmayla, onurlu dik duruşlarla dolup taştığı bir dünyaydı… Şanslıydım…
İhtiyarların sade suya tirit eski zaman güzellemeleri sıkıcıdır bilirim. Ve bir sır vereyim, bütün berbatlığıyla bedbaht olduğumuz şu günler, her ne kadar geçmişe rahmet okutsa da matah değildi geride bıraktıklarımız da…
Yokluk, yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik bu coğrafyanın her dem hikâyesini oluştursa da onu yaratanların, onun üzerinde saraylar kurup hükümdar olanların küstahlığı, kibri, aymazlığı, acımasızlığı, üstüne üstlük utanmazlığı tarihin en nadir örneklerinden biriyle dikildi karşımıza.
Gecikmiş, hafızamızın derinliklerine itip hatırlamamayı seçmiş olabiliriz. Kışın şu bahara en yakın fakat en amansız ayında, kapalı kapılardan, artık sokaklara taşan yoksullukla baş etmenin de onu bize kader eyleyenleri rüzgârın önüne katıp kovabilmenin de yolu yine “ihtiyarların anlatılarındadır” kim bilir?
Önümüze baktığımızda daha önce hiç geçmediğimizi hissettiğimiz, menzili belirsiz bir karanlık yol. Arkamıza baktığımızda birbirine karışmış, bulanıklaşmış, kiminin yerden yere vurduğu, kiminin methiyeler düzdüğü, iğdiş edilmiş hafızalarımızda eğilip bükülmüş, çarpıtılmış, yangından kurtarabildiklerimiz kadar kalmış bir geçmiş ki en fenası bu belki… Elimizde kalanlar, önümüzde duranlarla baş etmeye yetmese de bugün ayağımızı sağlam basabileceğimiz bir zemin bulmalı. Ne geçmiş kadar yorgun ne gelecek kadar umutsuz…
Geçmişin tüm gölgeleri arasından bugüne ve yarına taşıyabileceğimiz tek şey bizi hayatta tutup bugüne uzanmamızı sağlayan o şahane kadınların, şahane adamların yangından kurtarılmış hikâyelerinden ibaret aslında. Büyük yenilgiler, küçük zaferler, görkemli direnişler, düşüşler… Ama hep yeniden, yeniden ayağa kalkışlardan oluşan hikâyeler… Bir araya geldikçe hatırlanacak, hatırlandıkça yenileri yazılacak hikâyeler…
Mesele bugünün yangınında çocuklarımızın etrafına kadife duvarlar örebilecek kadınlar ve adamlar olmayı seçip seçmeyeceğimizden ibaret…
Unuttuk fakat hatırlayabiliriz…
Aza yazıklanarak değil, azı birleştirip çoğaltarak hayatta tutabiliriz kendimizi, birbirimizi, çocuklarımızı… Dayanışmayı hatırlamalıyız.
Bir araya geldiğimizde yalnız olmadığımızı, başımıza gelen bunca şeyin tekil hikayeler olmadığını fark edip örgütlenmeyi hatırlamalıyız…
Birbirimize sıkı sıkıya kapattığımız kapıları yeniden aralayarak, birbirimizin evlerine daha sık girip çıkarak, birbirimizin hayatlarına daha fazla dokunarak hayatta kalabileceğimizi, hayatta tutabileceğimizi… Yoldaşlığı hatırlamalıyız…
Dayanışmayı, örgütlenmeyi, yoldaşlığı hatırladıkça tek tek, ayrı ayrı değil hep birlikte direnmeyi de hatırlayacağız.
Hatırlamamız gerekiyor yeniden…
Çünkü yalnızlaşmamızdan, birbirimize biriktirdiğimiz öfke ve hınçtan başka gücü yok hükümdarların…
İZLE:
“O günler” nasıl günlerdi? Gençlerin fikir sahibi olabilmesi, bizim kuşağın gülümseyerek hatırlaması için bir Film: Neşeli Günler
DİNLE:
“Kalamam bir yer yok/ Susacak kimsem yok/ Yeryüzü ve gökyüzü arasında bir yerdeyim, yapayalnız/ Gidecek bir yer yok/ Konuşsam kimsem yok/ Yeryüzü ve gökyüzü arasında bir yerdeyim, yapayalnız” demiş Doğan Duru… Neden? Düşünürken dinleyelim o halde: “Öyleyse Ölürüm/ Doğan Duru”
DAYANIŞ:
Çorbada Tuzun Olsun: https://corbadatuzunolsun.org/
Sokak Lambası Derneği: https://sokaklambasidernegi.business.site/
Hayata Sarıl: https://www.hayatasaril.org.tr/
TADINI ÇIKAR:
Gözümüze, kulağımıza, yüreğimize burnumuz ve dilimiz de eşlik etsin madem geriye dönük yolculuk yaparken… Sanırım herkesin bilip gülümseyerek hatırlayacağı, çocukluğumda anneannemin buzlukta sürekli tuttuğu, herkesin bildiği mozaik pastayı da “hatırlayarak” kapatalım yazıyı:
Malzemeler:
2 paket pötibör bisküvi, 1 su bardağı süt, 3 yemek kaşığı kakao, 125 gr tereyağı ya da margarin, 3 yemek kaşığı toz şeker, ½ su bardağı dövülmüş ceviz ya da fındık, isteğe bağlı olarak 1 paket bitter çikolata
Yapılışı:
Tereyağı ya da margarini eritin, 1 su bardağı sütü ve 3 kaşık kakaoyu ekleyip karıştırarak pişirin. Karışım kaynayınca şekerini ve isterseniz bitter çikolatayı parçalayarak ekleyip iyice karıştırın. Karışımı ılımaya bırakın. 2 paket pötibörü irice parçalayın. Dövülmüş fındık ya da cevizle birlikte kakaolu karışıma ekleyip bisküvileri fazla ufalamamaya çalışarak iyice karıştırın. Bisküvili kakaolu karışımı yağlı kağıda döküp baton şeklini verebilir ya da yine yağlı kağıt döşediğiniz yuvarlak bir kaba dökebilirsiniz. Hazırladığınız pastayı buzdolabında 3 saat kadar beklettikten sonra dilimleyip yiyebilir, buzlukta uzun süre saklayabilirsiniz. Ama en iyisi çayı demleyip arkadaşlarınızı çağırın, lezzetine lezzet katılacağından emin olun. Afiyet olsun.