Hayalet Uzuvlar

0
213

Depremin üzerinden 8 ay geçmişti. İlk anlarda savunma mekanizmalarımızın hücumuyla koruduğumuz sükunetimiz, göstermiş olduğumuz metanet yerini önce yasa sonra inkara sonra pazarlık ve diğer Kübler-Ross süreçlerine bırakmıştı.

Yas tutuyorduk ama inanamıyorduk, bu başımıza gelmiş olamazdı. İnanıyor ama inkâr ediyorduk, geri dönecektik, hızlıca yaraları saracaktık. İnkâr ediyor ama pazarlık yapıyorduk, en azından şuralar ve buralar sağlamdı, yeniden başlanabilirdi.

Pazarlık yapıyor ama kabullenemiyorduk. Nasıl kabullenecektik ki?! Cep telefonlarımızın bizim için seçtiği eski fotoğraflar aniden ekranda belirirken kabullenmek kolay mıydı? Kabulleniyor ancak başka bir duygunun önüne geçemiyorduk. Aslında duygu muydu o bile belli değildi. Kübler-Ross bile şaşırırdı. Kabullenme sürecinden sonra matemin evreleri tamamlanmıyor muydu? Bu duygu gibi olan ama duygu olarak da tam ifade edemediğimiz şey oracıkta duruyordu. Boşluk! Enkazın kaldırılmasıyla ovaya dönen mahallelerdeki boşluk sadece içinde temel parçacıkların bulunmadığı uzay parçası anlamına gelmiyordu.

Boşluk içimizde bir çukur olarak varlığını sürdürüyordu. Bazen derinleşiyor bazen sığlaşıyordu. Sadece gitmiyordu. Fiziksel boşluk çevresel faktörlerin de etkisiyle yerini sağlamlaştırıyordu. Binaların etrafındaki tek tük ağaçlar kesiliyor, iş makineleri yıkıntıları sanki daha bir hınçla alıyordu. Sanki bu boşluk yetmez biraz daha boşluk oluşmalı biraz daha boşalmalı her yer, boşalmalı ki sanki buralarda hiç yaşanmamış gibi olsun şehirler deniliyordu. Hayalet şehirler hayatı yeniden kurma peşindeyken geride kalan yaşamların varlığı da sanki hala devam ediyormuş gibiydi.

1871’de doktor Silas Weir Mitchell “hayalet (phantom) uzuv” terimini kullandı. Kaybettiğimiz bir vücut parçasının hala oradaymış gibi hissedilmesi anlamına geliyordu. Kolunu kaybetmiş birinin kaşıntı hissetmesi, eli olmayan birinin parmaklarının ağrıması hayalet uzuv olarak nitelendiriliyordu. Vücudun tamamlanma ihtiyacının kudreti, nöral yapıların yeniden yapılanması falan filan gibi açıklamalarla ilgi çekici bir konuydu. Ancak kucağında kolunu kaybetmiş bir kız çocuğunun “baba kolum kaşınıyor” cümlesi o kadar da ilgi çekici durmuyordu. Depremden sonra uzuvlarını kaybetmiş yüzlerce, binlerce insan ağrıyı, acıyı, kaşıntıyı ve diğer bir sürü hissi taşıyarak yaşamaya çalışıyorlar. Şehirleri yok, dostları akrabaları yok, gelecekle alakalı bir fikirleri yok, vücutlarının parçaları yok.

Anneannem çok yaşlı. Doğma büyüme Antakyalı. Hayatına dair, karakterine dair, dünya görüşüne dair her şey Antakya ile şekillenmiş. Benim öyle bir şansım olmadı. Tek bir şehirle bu denli büyük bir bağ oluşturamadım. Zaten aynı şehirde uzun süre yaşamak gibi bir ayrıcalığım da olmadı. Ama anneanneme bağlıyımdır. Dolayısıyla Antakya’ya olan bağım anneannemin güçlü bağlarından sirayet etmiş sanırım. Depremin ilk dakikalarında tamamen şans ve bir türlü bulamadığım bir kamyon şoförünün iyi kalbi sayesinde yıkılmış şehirden çıkartabildiğimiz anneannem her konuşmamızda geride bir şehir kaldığını sanıyor. Döndüğümüzde şunu yaparız, bunu yaparız, şuradan bunu, oradan şunu alırız diyor. Hala orada bir şeyler olduğunu düşünüyor. Mekanların varlığı artık orada olmasalar bile hissediliyor. Kaşıntı bitmiyor. Hayalet uzuvlarımız olan yaşam alanlarımız olmadıkları yerlerde ağırlıklarıyla duruyorlar.

Hayalet uzuv sendromuna karşın uygulanan çeşitli tedaviler mevcut. Ampute bireyler terapiler, TENS uygulamaları, bazı nörolojik yaklaşımlar gibi tedavi süreçleriyle yeni hayata uyum sağlamaya çalışıyorlar. Konuya bakarken en önemli tedavi metotlarından birinin de Ayna Terapisi olduğunu gördüm. Ayna vasıtasıyla sağlam uzvun yansıması kaybedilen uzvun yerine geçiyor ve bazı terapi süreçleri yaşanıyor. Peki mekânsal durumu nasıl çözebiliriz?

Evimiz, kahve aldığımız kahveci, köşedeki restoran, ağaçlarımız ve kaybettiğimiz onlarca parçamızın eksikliğini nasıl kabullenebiliriz? Oradaymış gibi geliyor çünkü.

Sanki gidip çifte kavrulmuş kahve alabileceğiz gibi.

Sanki esnaf peyniri, salçayı naylon poşetlere kürekle doldurabilecek gibi.

Sanki yüksek kuytu yerlerde manzaranın tadını çıkaracakmışız gibi.

Parkta koşarken gülümseyerek sağa sola kafa selamı verebilecekmişiz gibi. Öyle geliyor yani.

Sanırım aynayı hayatımızın tam ortasına koymamız gerekiyor. Elimizde kalan varlıkları giden varlıkları yansıtacak şekilde düşünerek ayağa kalkacak gücü bulabiliriz.

Sanırım eski güzel günlerin gelmeyeceğini ancak yanımızdakilerin desteğiyle yenilerini nasıl güzelleştirebileceğimizi görüşebiliriz.

Sanırım kaybettiklerimizi içimizdeki boşluğa hapsetmektense konuşabilir, anabilir, anlatabiliriz.

Köşedeki kahveci artık yok, acısı nasırlaşır da kokuyu unutmayabiliriz.