Geçenlerde kalp pilimin ayarından dolayı biraz rahatsızlandım. Doktoruma gittim. Düzelttik. Sorun geçti. Firuzan Ayvalık’tan rahatsızlanan annesi için Adana’ya gitti. Annesi iyileşince dönerken hep yaptığı gibi Ankara’da Ayaş’a Fatma’nın yanına uğrayacaktı. “Sen de gel köye biraz dinlenmiş olursun” dedi. Gittim. Araba ile Ayaş’tan aldılar beni. Köye geldik. Fatma’nın köyüne… Uzun zamandır beni davet ediyordu ama biliyorsunuz direniş filan zamanım olmadı açıkçası. Fatma mı? İşte Ayaş’taki Heidi o…
Ahşap bir kapıdan bahçeye (eskiler sundurma der) giriyorsunuz. Hemen solunuzda üzeri bir çatı ile örtülmüş saman balyalarını görüyorsunuz. İlerleyince toprak zeminden evin tam önünde parke taşla döşenmiş asıl bahçe dediğimiz oturma alanına ulaşıyorsunuz. Ahşap masa, üzerinde kalın naylon bir örtü var. Yanlarında pazenle kaplanmış minderlerin olduğu divan, ahşap sandalyeler, biraz ilerisinde sallanan koltuk, yanında bir sehpa ve üzerinde çiçekler, üst duvarında Heidi’nin seramikten maskı asılı. Aa aynı Fatma…
Masanın sağ kısmında küçük bir bahçe alanı, sardunyalar, akşamsefaları, saksıda çiçekler rengarenk… Ev iki katlı, cumbalı, eski Ankara evlerinden. Kenarı kalın çıtalarla tutturulmuş telden kendiliğinden kapanması için üstten yaylı sinekliği açıp giriyorsunuz. Solda yukarı çıkan taş merdivenler. Merdiven altında herkesin içine gömülebilip rahat edebileceği rahatlıkta yumuşak koltuklar, yerde halı, minder… İster yere oturun ister koltuklara… Bu ev konukların rahat edeceği biçimde hazırlanmış. Koltukla kanepeyle rahat edilmez. İçinde yaşayanların samimiyeti kucaklıyor sizi. Sorgulanmayacağınız, yargılanmayacağınız, yediğinize, içtiğinize, giydiğinize söz söylenmeyecek bir yerdesiniz.
Giriş, evin en serin yeri. Dışarıdan sıcaktan gelen önce oraya seriliyor. Sağında bir oturma odası, solunda mutfak var. Mutfak mı? Ocağın üzerinde her daim en az 3 çeşit yemek tenceresi dolu. Koca bir masa tabii ki minderli divanıyla bütün. Karşısında sandalyeler… Masanın üzeri sabah erken kahvaltısı, öğle yemeği, akşam yemeği ve acıkan olursa ekstradan yemek için her daim tertemiz. Bulaşık makinesi de var, ketıl da… Modern makinelerin eski düzen divan ve halılarla, eski ahşap kapılarla buluştuğu bu ev çölde bir vaha gibi…
Girişten biraz ileriye geçtiğinizde geniş bir banyo alanı ve solda kiler görüyorsunuz. Evin üst katında alt katında terasta bahçede tuvaletleri var hem de klozet… Niye bu kadar önemli demeyin. Bu durum bu ev ahalisinin misafirperverliğinin bir işareti… Yukarıya çıktığınızda dört ayrı odanın ikişer, üçer divanla sadece 3-4 kişilik ev ahalisi için yapılmış olması mümkün değil. Uzakta yaşayan Kevser ve Ankara merkezde yaşayan Zeynep’in kızı Ceren’le birlikte geldiğinde bile bu kadar oda ve yatak sayısı fazla kalıyor. Zaten dededen kalan bu evin eski hali yıkıntı döküntü ve küçükmüş. Onu yaşanabilir, misafirperver kılan bizim Heidi’nin emeği. Eklenen odalarla teras, tamir ve bazı kısımlarında modernize edilen bu ev hayal alemi gibi…
Bahçede masada otururken Fatma’nın annesi Hatice abla “Demirtaş’ın annesi geldiğinde” diye anlatırken özel bir hikaye gibi gelmemişti. Sıradan birini anlatıyor gibiydiler. Konuşma sırasında öğrendim ki Selahattin Demirtaş’ın annesi Ayaş’ta tedavi görürken davet etmişler ve burada ağırlamışlar. Hastaya ilaç Fatma ve ailesi…
Girişte soluklandınız, Mutfaktan serin bir şeyler içtiniz ya da her daim kaynayan çaydan yudumladınız. Oh, dinlendiniz. Artık yukarıya çıkıp eşyalarınızı yerleştirebilirsiniz. Çıkarken merdivenin üstü kitaplık… İstemediğiniz kadar, kıymetli kitaplar. Sarı sarı rengiyle Saramago’lar bir dizi…
Bir odada 3 divan ve yatak var. Biz Firuzan ve Fatma ile aynı odada kalıyoruz. Odada televizyon. Netfilix filan, şahane… Gündüz sıcak olanca gücü ile eziyor hepimizi. Pelte gibiyiz ama Fatma çalışıyor. Akşam işi bittiğinde yemeği yedikten sonra çay demliyoruz. Arkada teras balkon var. Gündüzün inadına bir rüzgar, bir serinlik püfür püfür esiyor. Üşüyüp içeri kaçıyoruz geç vakit.
Biz otururken Mazhar abi geliyor. Fatma’nın babası… Okuyup düşünüyor. Elini gırtlağına götürüp bastırınca taraklı bir sesle konuşuyor. Gırtlak kanseri olmuş. Delmişler boğazını. Temiz beyaz bir mendil bağlı boynunda sürekli. Gözleri iri iri sevecen, meraklı… Tarihçi olduğumu söyleyince kafasına takılan bütün soruları soruyor. Düşünüyor düşünüyor, arada dönüp soruyor. Muazzez İlmiye Çığ’ın kitabından soruyor. Diyor “Sümerlerle Kuran arasında bir bağlantı kurmuş, gerçekten var mı bu bağlantı.” Anlatıyorum. Delilsiz deneysiz düşünmüyor Mazhar abi. Camiye gittiğinde cemaate hocaya da sorarmış böyle. İstiyor ki inancı da bilerek olsun insanların. Sorduğu akılcı sorulara cevap veremeyince, tıkanıp kalınca köylü “sen bu köyden değilsin ki ne geldin yerleştin buraya” derlermiş. Te allam ya… Sıkıştığı yerde “dişinde maydanoz var” diyerek karşısındakini bozmak isteyen çiğ insanlar gibi… Yanaşıp ondan öğreneceklerine soru sormasını engellemeye çalışıyorlar. Mazhar abi dünyalar tatlısı bir insan. Bütün gün herkesin işinin ucundan tutar. Getirir, götürür, kaldırır, kedilere su verir, mama verir. Namazını kılar, erkenden yatar. Sabah gülen gözleriyle günaydınlaşır. Kızlarını çok sever, onlar da babalarını…
Şimdi siz Fatma’yı soracaksınız, nereden Heidi oluyor diye. Bu yazının asıl amacı size Fatma’yı anlatmaktı zaten. Vergi dairesinde çalıştı yıllarca. Sendikacılık yaptı. İki dönem Büro Emekçileri Sendikası Genel Merkez yöneticiliği yaptı. Esaslı bir Sosyalist, düzgün düşünen, özü sözü bir kadındır. Merttir. Dostuna dost düşmanına tavırlıdır. Bedeni izin verdikçe her zora da karşı koyar. Hepimiz gibi bedensel rahatsızlıkları onun da var. MS teşhisi koydular birkaç yıl önce. Onunla da baş etmeyi öğrenmiş şimdilerde. Elinden kurtulamaz hiçbir kötülük. 2013’ten mapus arkadaşım, bilmem mi?
15 Temmuz darbe şeysinden sonra onu da ihraç ettiler. Yüzünü doğaya çevirdi o da. Köyüne yerleşti. Çiftçilik yapıyor o zamandan bu zamana. Öyle Kapitalist kafayla değil Sosyalist bir ruhla yapıyor bu işi. Keçileri var mesela süt, sağıyor, peynir yapıyor, yoğurt mayalıyor. Özel besliyor hepsini. Bakımlarıyla özel ilgileniyor. Annesi hastalanan bir oğlağa aylarca evde bakıyor, beraber yatıyorlar. Keçilerin ve 3 koyunun hepsinin adı var. Melek, Çakır, Çıtır, Yeşil, İlker, Neşe, Asya, Erdi, Bahar, Aşık, Maşuk, Yaprak, Memo, Cemo, Tarçın, Pamuk, Turuncu, Meloş, Şanslı, Yanık, Pofuduk, Luluş, Çiçek, Çilek, Mavi, Kiraz, Güneş, Yıldız, Deniz, Defne… Çok karılı bazı herifler 10-15 çocukları olduğunda isimlerini unutur, çocuklarını hatırlamazlar Fatma bir tanesini şaşırmaz. Süt sağmaya gittiğinde adlarıyla çağırınca hiçbiri ikiletmez, usulca yerine geçer. Sağma işlemi bitince de yerlerine dönerler. Bu disiplin sevgi ilişkisinden böyle… Fatma’nın sesini duyar duymaz hareketlenirler, sözünü dinlerler. Keçiler, oğlaklar ona gönülden bağlılar. Bazen satmak zorunda kaldıklarında evde bir burukluk, herkesin hüzünlü bir duruşu olur.
Eskiden uykuyu seven Fatma kış ya da yaz sabah 6’da kalkar hemen onların yemeklerini, sularını verir. Sonra tavuklarla ilgilenir, yumurtalar toplanır yemleri verilir. Onlarla da konuşa konuşa görür işini. Döner kahvaltıya gelir. Annesi Hatice abla çayı koyar, kahvaltıyı hazırlar. Öğleden sonra da işleri devam eder Fatma’nın. Aşağıdaki büyük bahçeye iner. Orada da bir çardak, masa, ocak, bardaklar, şeker, çay, çekirdek bulunur. Semaverde odun ateşi ile akşamüstü çayı demlenirken Fatma bahçeyi sular. Hortumla sulama işi bittiğinde, domates, biber için damlama su açılır. Onlar sulanırken biz çay keyfi yaparız çardakta.
Yıllardır orada yaşayan köpek Arap’ın ayağı yaralanmış. Köpek yaşlı biraz… Çok sevimli, sakin bir can… Yaralı ayak kurtlanmış. Fatma da bunu fark etmiş. Biz oradayken üç gün üst üste antibiyotik iğne yaptı. Ayağa bir sıvı döktü, kurtlar kaçıştı, yarayı terk etti. Üçüncü gün içinde gördük ki Arap topallamıyor artık. Fatma ne yaptıysa, canını da yaksa Arap sakin bir tavırla kabullendi, minnetle peşinde dolandı Fatma’nın.
Etrafındaki börtü böcekten, diğer hayvanlara, ağaçlara, bitkilere, evlere, saksılara, insanlara can veren bu kadını 3 gün hayranlıkla izledim. Çocukluğumda keçilerin, otların samanların, dağların, felçli Klara’nın arkadaşı dostu Heidi’ye duyduğum sevgiyi yeniden hatırlattı Fatma. Günümüzün Heidi’si… O dönemin Verdingkinder’i (köle çocuk) Heidi’den günümüzün iktidarının köleleştirmeye çalıştığı, köleliği ret ettiği için işinden edilen Fatma’sına yüreği iyilik ve sevgi dolu insan da aynı, kötülük de aynı…
Akbelen’de ormanını, yaşamı korumaya çalışan köylünün jandarmadan şiddet gördüğü bu günlerde Ayaş’ta geçirdiğim 3 gün doğada, ağaçla, hayvanla, iyi insanlarla birlikte yaşamın ne kadar değerli olduğunu hatırlattı bana. Burada gözlemlediğim yoğun sevgi ve emek Akbelen köylüsünü daha derinden anlamamı sağladı. O paraya tapan, maden için çocuğunun geleceğini çalan çeteler nereden bilecek yaşamın parayla satın alınamayacağını! Oysa biz biliriz, bilmeliyiz.
Fatma’yı örnek almalı, saygı ve minnet duymalıyız. Başka bir dünya mümkünü bize gösterdiği için arkadaşımı ve ailesini çok seviyorum. İyi ki benim arkadaşımsın Fatma Bora Koçaş…
Not: Buraya Heidi’nin gerçek hikayesi ile ilgili beni derinden etkileyen ve göz yaşlarımın akmasına neden olan bir yazının linkini bırakıyorum okursanız. Evrensel Gazetesi Kültür ekinde Sevim Akyürek tarafından kaleme alınmış.
Heidi’nin ayakları neden çıplaktı?