Ayna Mahruti
“Kendinden kaçmaya çalıştığın için kendini suçlama fakat bu yapılamaz bir şey – bir Buick’te bile.”
Kurt Vonnegut
Sene yanılmıyorsam 1998, sabahın erken saatleri, ofiste kahvemi içiyorum, odamın kapısı açıldı, Deniz Baykal (hayır o değil, isim benzerliği) yanında kardeşi Derya Baykal (hayır o da değil, o da isim benzerliği) içeri girdiler. Deniz her zamanki heyecanlı haliyle “Abi hadi gidiyoruz, sana bir araba buldum” dedi. Otomobil falan aradığım yok aslında, Deniz’in arabasıyla çıktık, Etiler, Ulus arası bir yere gittik, bahçeli bir ev, yanda büyükçe bir kapalı garaj var. Deniz bizi kapıda karşılayan genç bir çocuk ve yaşlı bir adamla merhabalaştı, beni tanıştırdı, birlikte garaja yürüdük. Garajın kapısını açtılar, 4-5 araçlık bir garaj, yeni model iki üç araç duruyor önde, en arkada, dipte, ahşap takozlar üzerinde, üzeri toz kaplı bir Amerikan belli belirsiz seçiliyor. İçerisi çok loş göremiyorum, ışıkları açtılar, aracın yanına doğru gittik. Kahverengi, gri karışımı bir tozun altında 1977 model, açık buz mavisi bir Buick Skylark yatıyor. Sol elimi aracın üzerine koyuyorum, arkadan Deniz’in arkadaşı ve babasının sesleri, gülüşmeleri geliyor, elim toz içinde. Tavan beyaz deri kaplı. O kadar toz kaplı olmasına rağmen garajdaki yeni model araçlardan çok daha dik duruyor, çizgileri mükemmel. Aracın yanında dipte üst üste konmuş lastikler var, metal Buick logolu jantlar tozların arasında hayal meyal seçilebiliyor. Ön kapıyı açıyorum, yekpare ön koltuk ve arka koltuk pelüş kumaş kaplı, bir zamanlar beyazmış ama griye dönmüş durumda. Direksiyon simidinin üzerindeki Buick logosu ile göz göze geliyoruz, bu araç artık benim, o an biliyorum. Direksiyondan düz vites, “dashboard” ahşap kaplı, şoför koltuğuna oturup kapıyı kapatıyorum, kapının kapanma sesi kaportanın çizgilerini doğruluyor, dışarıdaki sesleri artık duymuyorum. İlk görüşte aşk böyle bir şey olsa gerek.
Ertesi sabah ilk iş noter satışı, ardından çekici ile aracın Maslak sanayiye götürülmesi. Karbüratöre biraz benzin koyup marşa basıyoruz, birkaç öksürüp tıksırdıktan sonra altı silindir motor klasik Amerikan sesini vererek biraz titrese de çalışıyor. Ustamla bir sigara yakıp, demli çay eşliğinde motorun sesini dinliyoruz, çalıştıkça titremesi geçiyor, artık saat gibi. Deniz’in arkadaşının babası 1977 yılında aracı Amerika’dan kendi getirmiş, henüz 12.000 milde… Aracın torpido gözünde geldiği yıla ait radyo bandrolü (eskiden radyoların ruhsatı olurdu), aracın kraft kağıda basılmış orijinal yedek anahtar numarasının olduğu belge, kullanım kılavuzu, tüm evrakları ilk günkü gibi. Gelir gelmez koltuklar pelüş koltuk kaplamasıyla kaplanmış, sadece hafta sonları Etiler’den Sarıyer’e keyif için kullanılmış, çocuklar büyüyünce severler diye düşünülmüş ama çocukların eski araçlara ilgisi olmadığı için garajda yatmaya başlamış, yer sorunu olunca da satmayı düşünmüşler.
İlk iş pelüşler sökülüp atılıyor, altından bembeyaz fabrikadan çıktığı halindeki deri koltuklar yüzünü gösteriyor, üzerlerinde metal Buick amblemleri var. Ardından kromajları yenilensin diye tamponlar, ön ızgara, far çıtaları, kapı kolları, pencere, kapı çıtaları sökülüyor ve kromajcıya gönderiliyor. Uzun süre yattığı için makaslar elden geçecek, yağ değişecek, bujiler değişecek, motor temizlenecek, ardından iç dış kuaföre girecek, pasta cila yapılacak. Zor da olsa ayrılıp sanayiden ofise dönüyorum.
Bir hafta sonra, bir Salı sabahı yine sanayideyim. Bir haftalık basit bir bakımla araç fabrikadan yeni çıkmış gibi görünüyor, ışıl ışıl yanıyor, ekstra olarak egzozdaki çatlak ve delikler kaynak yapılmış, her şeyiyle mükemmel. Aslında aracın orijinalliği dışında hiçbir özelliği yok, klasik değil, dört kapı, direksiyondan manuel üç vites, kapılar, camlar manuel, tavan iç döşeme gibi beyaz deri kaplı. Tek özelliği ilk günkü gibi olması. Hiçbir yerine anahtar değmemiş. 6 silindir, 3.8, 105 beygir, iddialı olmasa da günlük kullanım için bir Amerika’ndan bekleyeceğiniz her şeye ve sese sahip.
Mehmet ustanın suratı biraz keyifsiz, aracı kullanırken arka tekerleklerin, bagajın olduğu yerden gelen gıcırtının sebebini henüz bulamamış, birlikte binip sanayi içinde turluyoruz, gerçekten çukura girdiğinde ve/veya biraz fazla yaylandığında arkadan bir gıcırtı geliyor. Kaportacı Cemil ustayı bagaja tıkıştırıp bagaj kapağını kapatıp yine turluyoruz, problemi anlasın diye. Çözemiyor. Bir ay boyunca yaklaşık farklı yedi sekiz usta aracı kullanıyor, bagaja giriyor, gıcırtının kesin sebebini anlayamıyorlar. Ortak görüş, bagajın içinde, çamurluklarda saç yırtılmış birbirine sürtüyor, içeriden kesip bakacağız diyorlar, hayatta kestirmem diyorum, araca daha anahtar değmemiş.
“Buick’ın müzik setine bir kaset yerleştiriyorum. Ramones. Sesi açıp camları aşağı indiriyorum. Otoyol duman kokuyor, ama yine de nefes almak lanet olsun iyi hissettiriyor.”
Hank Moody
Arabaya atlayıp, karşıya Göztepe’ye Cemal Usta’ya doğru yola çıkıyorum. Düşük devirlerde hiç ses yok, yağ gibi kayıyor, yelkenli bir teknede olma duygusu, gaza biraz yüklenince her Amerikancının bir şişe rakı açıp saatlerce dinleyebileceği o kendine has sese sahip. Cemal Usta’nın dükkanına çıkan hafif yokuş toprak ve engebeli, yavaş yavaş çıkıyorum. Usta dükkanın önüne iki sandalye atmış, kendi yaşlarında biriyle tavla oynuyor. Yanlarından yavaşça geçip, arabayı çevirip arka arka dükkana doğru sokuyorum. Yanından geçerken yakın gözlüklerinin üzerinden bana ve araca bakıyor. Radyoyu kapatıyorum, el freni yerine ayak freni var, ayak frenine basıyorum, kontağı kapatırken yanımdan arkaya doğru geçiyor ve geçerken anahtarı versene diyor. Camdan anahtarı uzatıp, arkasından yetişmeye çalıyorum. Bagajı açıyor, elinde bir karga burun var, bagaja eğilip, camın altındaki ince uzun, amortisör yerine bagaj kapağının açıldığı zaman havada kalmasını sağlayan demirin pimlerini çıkarıyor, demiri çekip çıkarıp bagajın içine atıyor. “Bu sesle dolaşınca rahatsız olmuyor musun?” diye soruyor ve devam ediyor “Nesi var arabanın ne yapacağız?” “Haftalardır bu sesin ne olduğunu çözemiyorduk, onun için geldim diyorum”, gülümsüyor. Gülümsüyorum. Çay söylüyor. “Bir süre idare et, elim dolu, on, on beş gün sonra gel, demir parçanın geçtiği delikler için bir şey uydurur, daraltır, yerine takarız, içinde oynamadığı için ses yapmaz” diyor, gülümsüyorum. Arabayla ilgili bir sürü şey anlatıyor, sürekli gülümsüyorum. Mutluluk, huzur, uzun yol yapma hayalleri… Gülümsüyorum…
“Keşke mavi bir 1952 Buick’ı
veya koyu mavi bir 1942 Buick’ı
veya mavi bir 1932 Buick’ı
cehennemdeki bir uçurumun üzerinden geçirip
denize doğru sürseydim.”
Charles Bukowski