Bugün Brüksel’in banliyölerinden Tervuren, Avrupalı yaşamın simgesi, şirin, geçmiş tarihiyle içten içe övünen, ziyaret ettiğinizde de ne güzel ne huzurlu yaşanası yer olarak sizi etkiler. Tervuren’in merkezindeki Roma Katolik kilisesi de sıra dışı vitray pencereleri ve küçük bir çan kulesi ile sessizce durur. Etrafını gezerken, duvarlarının hemen dışında, yedi taş mezar ile karşılaşabilirsiniz. Bu taş mezarlar insanı insanlıktan çıkaran anlayışı, kimin daha insan olabileceğini, egemen olanın diğerini nasıl aşağılayabileceğini sessizce fısıldar. Yedi taş mezar; sömürgeciliğin, insanat bahçelerinin, türcülüğün, ırkçılığın temsili olarak orada öylece yatar.
Mezarlarda yatanlar Belçika Kralı Leopold’ün sömürgelerinden getirip sergilediği Kongolu erkek, kadın ve çocuklardan olan yedi kişidir. Çektiklerinin yanında zatürre ve gripten öldüklerinde işte bu şirin kilisenin bahçesine gömüldüler.
Dünyanın genelinde halen hâkim olan ve içselleştirilen görüş, beyaz erkeğin ve onun dikte edip, doğru bildiği birçok yanlış üzerine kurulu. Avrupa ve onun kıtalar arası taşan kültürü 1000 yıldan biraz fazladır beyaz erkeğe ait aklı medeniyetin timsali olarak önümüze koydu. Beyaz erkeğin vaat ettiği, bilgeliğin süzgeci, cesaretin erimi, aklın yettiği şeylerin kendisiydi. Kadınlar fazla duygusal, geveze ve güvenilmez, beyaz olmayanlar zaten akılda, zihinde, fizikte yetersiz ve eksikti. Hayvanlara hiç gelmeyelim onlar zaten Descartes‘ten beri çoğunun inandığı üzere yarı makine, biz insana özellikle beyaz erkeğe hizmet etmek üzere evrimleşmiş, ehlileşmek zorunda olan varlıklardı. Orta Çağ Avrupası’nda bu beyaz erkeğin aklının ortaya çıkışı, salınması ve saldırması kaç yüz bin kadının cadılık suçlaması altında can vermesine neden oldu. Çoğunun yanında zavallı kara kedilerin de katledilmesi tesadüf olamazdı.
Beyaz erkeğin kabulü ve hizmeti dışında kalan her şey nesneleşebilir, her şey çıkarı için istismar edilebilirdi. Bunun için hiyerarşik yapıların varlığı gerekliydi. Toprağa, hayvanlara ve tabii ki diğer insanlara sahip olmak birilerinin hakkıydı. Bu hakkın kimde olduğu zaten belliydi. Beyaz erkek egemenliğinde şekillenen Avrupa görüşü üstünlüklere ilişkin inancı ve pratiği vurguladığında olan kendinden saymadığı hatta yarı insan olarak gördüğü diğer insanlara oldu. Yetki hakkı inancı fetih ve sömürgeleştirmenin muzafferliği ; eşitsizliğe, insanlıktan çıkarmaya, ırkçılığa, türcülüğe vardı. Üstünlüğe ilişkin Avrupa görüşü yayılmacı ifadesinde alternatif görüşlere, farklı yaşam biçimlerine hoşgörüsüz hale geldi.
Beyaz olamayan, koyu beyaz, sarı beyaz, koyu kahve, kızıl kahve olarak ten rengi üzerinden ayrışmaya ve ayrıma uğrayan diğer insanlar beyazın gözleri ve ellerinin altında da sergilendi.
19.yy sonlarında ayyuka çıkan bu hevesle kolonyal sömürü psikolojisi çerçevesinde kaşifler ve maceracılar vahşi ve ilkel insanı görme şansına sahip oldu. Kendi sözde üstünlüğünü defalarca kendine kanıtladı. Kim istemezdi ki kendi üstünlüğü, gücü, aklı her gün onaylanmasın. Bu çılgınlığın beslenmesi gerekiyordu. Bu sebeple Afrika, Asya, Amerika’nın yerli halklarına mensup binlerce insan şüpheli koşullar altında Avrupa’ya ve Amerika’ya taşınarak İnsanat Bahçelerine konuldu. Yarı tutsak olarak beyaz erkeğin dünyasında sergi malzemesi, onun sözde gelişmişliğine dönüp bakabilmesi için malzeme oldular.
Vahşi hayvan tüccarı ve hayvanat bahçelerinin de girişimcisi olarak Hagenbeck, 1874 yılında Samoa ve Sami insanlarını sergilemeye karar verdi. Yetinmedi, 1876 da Nubyalıları da getirdi ve sergiledi. Çok başarılı oldu. İnsan sergileri Paris, Londra ve Berlin’i dolaştı. Bu sergiler etnolojik sergiler başlığında yıllar içinde bir öncekinden de başarılı olarak sürdü. Sömürge-İnsan sergileri genellikle yerli halkları sergilerken onları çıplak ya da yarı çıplak olarak sundu. 1904’te Yaz Olimpiyatları ile birlikte Saint Louis Dünya Fuarı’nda Apaçiler ve Filipinlerden tutulup getirilen Igorotlar da sergilendi. 1906 yılında sözde öjeni uzmanı, kendince antropolog ve New York Zooloji Derneği Başkanı Madison Great, cüce olan Kongolu Otto Benga’yı Bronx hayvanat Bahçesi’nde maymunlar ve diğer hayvanların yanına koyarak ideolojinin altını silinmez şekilde çizmiş oldu. Şempanzelerle, orangutanlarla sergilenen Otto, evrimdeki kayıp halka olarak lanse edildi. Beyaz adam üzerinden evrim yükünü de Otto’ya ihale etmiş oldu. Maymundan biraz sonrası beyaz insandan daha maymun olan bir tür vardı artık. Bu konuda sesi çıkan kişi Rahip James H. Gordon oldu. Dedikleri şimdi bile bir şeyleri doğru teşhis etmekte. Gordon, “Irkımızın yeterince bunalımlı olduğunu, ruhları olan insanlar olarak görülmeyi hak ettiğimizi düşünüyoruz” dedikten kısa bir süre sonra sergi kapatıldı. Fakat 1931 yılına gelindiğinde Paris Sergisi altı ayda 34 milyon kişi tarafından gezilmişti bile.
İnsanat Bahçeleri’nde sergilenmeye maruz bırakılan insanlar ruhlarının yaralarından başka yaralar da aldılar. Çoğunun ölümü de bu yaralardan oldu. Afrika’nın sıcağından Avrupa’nın soğuğuna taşınan bu insanlar soğuktan donuyordu. Çıplak ve yarı çıplak kafeslerinde sergilenirken soğuk dayanılmazdı. Filipinli yerli halk, kültürlerinde olduğu bilinen köpek yeme ritüelini beyaz adam istedi diye her daim yapmak zorunda kalıyordu. İçecek suyu, yiyecek yemeyi bulamayan insanlar susuzluk ve açlığın kucağındaydı. Çoğu Avrupa’da bulunan virüslere karşı korumasızdı; çiçek hastalığı bunların başında geliyordu. Korkunç sağlık şartları, yaygın dizanteri ve diğer hastalıklar onların canını hızlıca alıyordu. Onlardan istenen sahte etnik köy ortamında ilkel insan olma rolünü becermeleri, yerine getirmeleriydi. Ki beyaz erkek güçlü, ari ve üstün kalsın.
Beyaz erkek aklının düşünce yaklaşımı yerel nüfusları “ırksallaştırmaya” dayanıyordu: ve insan gruplarını ırk veya etnik kökene göre kategorize etmek ve marjinalleştirmek üzere hareket ediyordu. Kendinden olmayan her şey kendi dışında, insanlık dışında bir ötekiydi. Bugün dahi bu çarpık bakış, inanç bizleri sarmış durumda farkında mıyız? Üstelik araştırmalar beyaz Avrupa adamının anlayışında hayvan bedenlerinin yerli bedenleri ile eş zamanlı olarak sömürüldüğünü, haklarından hatta varlıklarından soyutlandığını göstermekte.
Geçtiğimiz günlerde yaşanan barınak olaylarının arkasında belki de bu güçlünün güçsüze acımasız tahakkümü, yaşayan her şeyi nesneleştirip kendinden doğan içsel kötülüğü, eksikliği başka canlının bedenine yıkma kurnazlığıdır. Ötekiler yaratma macerasıdır. Diğerleri, ötekiler ne kadar çok olursa kendi akıl yoksunluğunu, gaddarlığını o kadar gizleyebilir. Hatta ihtiyaç dahilinde sahip olduğu gücü şiddet eylemi olarak kullanılmasına kendi izin de verebilir. Katl-i vacip diyerek işaret edilenin insan ya da hayvan, kurtulma şansı kalmayacaktır.
Sosyal adalet için ayakta olan herkes her canlının yeniden özneleşmesi için hareket etmelidir. Bu şu demektir: haklar ve sınırlar üzerinde daha çok konuşulacak, sırasında kendi avantajlarımızdan sıyrılma gayretini taşıyacağız.