Irkçılığa Savrulmadan… #1

0
384

“Irkçı değilim ama…” diye başlayıp “Ülkemin ve çocuklarımın geleceği için korkuyorum” diye devam eden ve “Bu kadar misafirlik yeter, artık geri dönsünler” ile biten cümleler uçuşuyor havada. Özellikle sosyal medyada bu tür sözler, gerçekten ürkütücü görüntülerle bezenerek paylaşılırken her bir paylaşımın altında birbirini “ırkçılıkla” ya da “vatan hainliğiyle” suçlayan yorumlarla çoğaltılıyor.

Türkiye’de göçmen sorunu ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal boyutlarıyla hızla büyürken konuyu sakince, ortak aklı devreye sokarak tartışabilme becerisinden de hızla uzaklaşıyoruz. İktidar “açık kapı” politikası güttüğünü söylerken ne “yerleşik toplumu” ne gelenleri bu zorunlu birlikteliğe hazırlayacak hiçbir program geliştirmedi. Siyasi partiler “yerleşik toplumdan” tepkiler yükselmeye başladığında ancak konuyu tartışmaya başladılar ki şu ana kadar hiçbir siyasi parti kapsamlı, derinlikli bir “göçmen politikası” üretebilmiş değil. Sadece sivil toplum, insani yardım kuruluşları kısıtlı olanaklarla yangını kontrol altına almaya, bir yandan öfke ve tepkilerin öznesi olmak pahasına gelenlerin acil çözüm bekleyen sorunlarına odaklanmaya çalışıyorlar.

Siyasetin “Göçmenleri gönderirim/ Göndermem” sığlığında sürdürdüğü popülist tartışma, ülkede derinleşen ekonomik krizle birlikte büyük bir sosyal krizin yeni tetikleyicilerinden biri olmaktan öte hiçbir amaca hizmet etmiyor.

Göçmen sorunu sadece Türkiye’nin değil, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyanın ortak sorunu. Savaşlar, kötü yönetimler, ekonomik krizler, küresel ısınma dünya çapında milyonlarca insanın yaşadıkları yerleri terk etmesine yol açıyor. 2021 sonunda dünyada 83 milyona yakın insan çeşitli nedenlerle mültecileşirken sadece Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle son 1 ayda bu rakama 4,5 milyon insan daha eklendi.

Birbirinden farklı kavramlar olsa da mülteci, sığınmacı, göçmen milyonlarca insanın süregiden hareketliliği “göçenler” açısından bir umut, “yerleşik toplum” açısından ise mevcuda eklenen sorunlar, hedefi şaşmış öfke ve sonunda en hafifinden en koyusuna artan ırkçılık anlamına geliyor. Büyük  çoğunluk kendisinin ırkçı olarak tanımlanmasından hoşlanmıyor fakat “ötekilerden duyulan hoşnutsuzluk” ırkçı olarak tanımlanmaktan kaynaklanan hoşnutsuzluğu hızla geride bırakıyor…

Genel söylem “rahat dursalar, uyum sağlasalar bizim onlarla ne derdimiz olabilir?” ile “zaten karnımızı zor doyuruyoruz, bir de bunlar çıktı başımıza!” ya kadar uzanırken çok az insan “gelenlerin” ve “yerleşik toplumun” uyumlulaştırılması adına devletin neden politika geliştirmediğini ya da israf ve yolsuzluğa bulanmış bir toplumda “karnımızı neden zor doyurduğumuz, ekmeğin neden herkese yetemediğini” sorguluyor…

Dünyanın hemen her yerinde oldum olası farklılıklardan ve farklı olanlardan hazzetmeyen orta sınıf beyazlar, yitirdikleri hayat standartlarının, sosyal adaletsizliğin sorumlusu olarak en kolay olanı, en zayıf ve en savunmasızı seçmekten imtina etmiyor. Parmaklar emperyal ve yayılmacı maceraların peşine düşüp komşu ülkelerin istikrarsızlaştırılmasına, çöküşlerine ortaklık eden iktidar yerine “ucuz işgücü olmaktan fazlasını isteyen” kurbanlara sallanıyor.

“Gelenler” elbette beraberlerinde sorun yüklü bir bagajla, öfke, umutsuzluk, korku ve sayısız travma ile geliyorlar. Bilmedikleri/ öğretilmeyen, tanımadıkları/ tanıştırılmadıkları farklı bir kültürel- sosyal iklimde hayatta kalmaya, mümkünse de daha iyi şartlarda yaşayacaklarına inandıkları daha batıya geçmeye çalışıyorlar. “Yerleşik toplumun” içten içe sezdiği, belki buna da bir miktar öfkelendiği gerçek, “gelenlerin” burada kalıcı olmaya “bayılmadıkları” gerçeği. Bırakılsa onlar da milyonlarca Türkiyeli kardeşleri gibi “daha batıya” gidecekler… Ancak onları “rehine” konumuna sokan “geçici koruma” statüsü ne daha batıya gitmelerine ne de bu topraklara uyum sağlayabilmelerine yardımcı olmuyor.

Daha batıya geçemeyip Türkiye’de kalanların çok büyük çoğunluğu sessizce hayata tutunmaya çalışırken, küçük bir bölümü “görünür zorbalığın”, “suiistimalin”, “taciz ve tecavüzün”, “asalaklığın” en kötü örneklerini sergiliyorlar. Kendi toplumunda zorbalık, taciz ve tecavüz, hırsızlık, suiistimal nedir bilmeyen (!) yerleşik toplum, fırsatçı ırkçılığın da kışkırtmasıyla bu olayları tüm “gelenlere” mal ediyor. “Tecavüzcü”, “Hırsız”, “Zorba” gibi sıfatların başına hiçbir zaman “etnisite” ayrıntısı getirilmezken hırsızlar “Suriyeli hırsız”, tecavüzcüler “Suriyeli tecavüzcü” ayrıntısıyla sunuluyor topluma.

Göç alan diğer ülkelerde durum farklı mı? Elbette hayır!

Dünyada en fazla göçmen barındıran ülke tahmin edileceği gibi ABD. Aslında tamamı “göçmenlerden” oluşan 332 milyonluk ABD’de 51 milyon “yeni göçmen” yaşıyor. İlk gelenlerin, sonradan gelenlerden hoşlanmadığını, hoşnutsuzluğu “renge, dine ve dile göre” kategorize ettiklerini ve 21. Yüzyılın ilk çeyreğini tamamladığımız şu günlerde bile devletin bilmem hangi kademesine “çıkabilmeyi başarmış renklilerin” haber değeri taşıdığını görmek şaşırtıcı değil. Meksika sınırına duvar örmek, ülkeye girebilecek göçmen sayısını sınırlandırma çabalarından sadece biri ki duvarı destekleyen Amerikalı oranını anlamak için Trump’ın başkanlığı kıl payı kaçırdığı seçime bakmak yeterli.

İkinci sırada Almanya var. 83,2 milyon nüfuslu Almanya’da 2021 sonu itibarıyla 22,3 milyon göçmen yaşıyor. Almanya’nn “şansı” (!) korkunç bir Nazi kıyımının utancıyla yaşıyor olmak. “Ari olmayan ırklara” karşı işlenen korkunç insanlık suçlarının hafızası, Alman toplumunu “ötekilere” karşı tepkilerini “sınırlandırıyor”. Yoksa orta sınıf, beyaz Almanların “ülkeye doluşturulan” her ırk, her dil ve dinden milyonlarca insanın “kabul edilebilir pis işlerden” kafalarını kaldırıp sınıf atlamalarından ve bir ölçüde eşitlenmelerinden pek de hoşnut olduğu söylenemez. Nitekim “Turken Raus!” sloganlarıyla başlayan yabancı düşmanlığının yayılması, Neo-Nazi grupların ülke genelinde yeniden boy göstermeleri ancak sert yasalar ve devlet zoruyla, çoğunlukla da sivil toplumun, sol- sosyalist örgütlerin kararlı ve ısrarlı mücadelesiyle “sınırlandırılabiliyor”.

34 milyon nüfuslu Suudi Arabistan 13 milyon göçmen sayısıyla ile 3. Sırada yer alıyor. Suudi Arabistan kuşkusuz göçmenler için bir “demokratik vaha” değil. Çoğunluğu Asyalı, Ortadoğulu göçmenler için “ekonomik” bir seçenek.

Dördüncü sırada 146 milyonluk nüfusu, 12 milyon göçmen sayısıyla Rusya var. Yabancı karşıtlığı Rusya için vak’a-i adiyyeden sayılıyor. Rus araştırma kuruluşu Levada Center’ın yaptığı son araştırmalar “Rusya’da yabancı karşıtlığının düştüğünü” gösterse de “düştü” denen oran %54! Bu oran 2013’te %81, 2016’da %70 olarak ölçülmüştü. 2021 yılı sonlarında kabul edilen yasa ile “ülkede 90 günden fazla kalacak olan” yabancılar için düzenli sağlık kontrolü zorunluluğu getirildi. Bu elbette işin “en hafif” boyutu. Irkçı grupların zaman zaman özellikle Asya ve Afrika kökenlileri hedef alan saldırılarında çok sayıda insan hayatını kaybetti. Örneğin 2005’te 28 “yabancının” öldürüldüğü, “yüzlerce” kişinin yaralandığı, 2013 yılında ülkenin 32 farklı bölgesinde ırkçı saldırılarda 19 kişi öldüğü, 168 kişinin yaralandığı insan hakları kuruluşları tarafından bildirilmişti.  Rusya Federal Göçmen Servisi ülkede yabancı düşmanlığı ve “ulusal toleranssızlığa” ilişkin sık sık açıklamalarda bulunuyor. Elbette Ukrayna işgali ile birlikte ülkedeki yeni atmosfere ilişkin henüz veri yok.

68 milyonluk İngiltere 5. Sırada ve 9 milyon göçmen barındırıyor. İngiltere’de Hükümet ve resmi makamlar her ne kadar ülkede “kurumsallaşmış” ırkçılık ve ayrımcılığın bulunmadığını ileri sürse de muhalefet ve sivil toplum kuruluşları “ırkçılığa dayalı eşitsizliğin eğitimde aşıldığı” tezine katılmakla birlikte diğer alanlarda pek aynı fikirde değil. 2021 de Hükümet desteğiyle hazırlanan Irkçılık Raporu, insan hakları gruplarının tepkisiyle karşılaştı. BBC nin haberine göre “Irk ve Etnik Eşitsizlikler Komisyonu’nun hazırladığı raporda, aile yapısı ve sosyal sınıfların insanların hayatları üzerinde ırktan çok daha etkili olduğu belirtilirken siyahlar ve etnik azınlık gruplarının hakları için çalışan aktivistler ise bu raporun ülkedeki sistematik ırkçılığı görmezden geldiğini ve eşitsizliğin sebebini ailelerle açıklamakla yetindiğini söyleyerek tepki gösterdi. Muhalefetteki İşçi Partisi de hükümeti, kurumsal ırkçılığı görmezden gelmekle suçladı.” İngiltere’de ırkçılık ve ayrımcılık konularında ilginç tartışmaların yaşandığını da not edelim:

Örneğin İngiliz Milletler Topluluğu Savaş Mezarları Komisyonunun yayınladığı bir rapora göre Britanya İmparatorluğu için savaşırken ölen, ağırlıklı olarak siyahi ve Asyalı askerler “yaygın ırkçılık” nedeniyle beyaz silah arkadaşlarıyla eşit şekilde anılmadı. Birinci Dünya savaşında çoğu Afrika ve Orta Doğulu en az 116 bin “Britanya askerinin” (ki Guardian’a göre bu sayı 350 bine kadar çıkabilir) “adlarıyla anılmadıkları, hatta hiç anılmadıklarını” ortaya koyan bu rapordan sonra komisyon resmen özür diledi. Yaklaşık 3.3 milyon Müslümanın yaşadığı İngiltere’de özellikle Brexit sonrasında Müslümanlara dönük ayrımcılık ve saldırıların artış kaydettiği de raporlanıyor. TellMAMA (Müslüman Karşıtı Saldırıların Ölçümü) örgütü, Müslüman karşıtı vakalarda Brexit referandumunun yapıldığı 2016’dan sonra % 475 gibi çok büyük bir artış yaşandığını ileri sürüyor.

İngiltere’de de diğer bir çok batı ülkesinde olduğu gibi devletler katı ve sert düzenlemelerle ırkçılığın saldırganlığa dönüşmesini önlemeye çalışırken başta sol- sosyalist parti ve örgütler ile sivil toplum ayrımcılığın sıfırlanması için mücadele ediyor.

Türkiye’ye gelince…  84,5 milyon nüfusu ile yaklaşık 4 milyon “yabancıya” ev sahipliği yapan Türkiye’nin “dünyada en fazla mülteci barındıran ülke olduğu” söylense de burada kelime/kavram seçiminin önemi devreye giriyor:

Uluslararası hukuk mülteci, sığınmacı, göçmen ve düzensiz göçmen kavramlarını tanımlıyor:

Mülteci, vatandaşı olduğu ülke dışında olan ve “ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncesi nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu” için vatandaşı olduğu ülkeye dönemeyen veya dönmek istemeyen kişileri ifade ediyor.

Sığınmacı, mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüleri henüz resmi olarak tanınmamış kişilere deniyor. Bu terim genellikle, mülteci statüsü almaya yönelik başvurularının hükümet ya da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından karara bağlanmasını bekleyen kişiler için kullanılıyor. Statüleri resmi olarak tanınmamış da olsa, sığınmacılar menşei ülkelerine zorla geri gönderilemiyorlar ve haklarının korunması gerekiyor.

Göçmen; hem maddi ve sosyal durumlarını iyileştirmek hem de kendileri veya ailelerinin gelecekten beklentilerini arttırmak için başka bir ülkeye veya bölgeye göç eden kişi ve aile fertlerini kapsıyor. Esas olarak, ülkesinden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için değil, eğitim ve çalışma gibi nedenlerle ayrılan kişiler olarak tanımlanabilir. Göçmenler, vatandaşı oldukları ülkelerin korumasından yararlanmaya devam ederlerken, daha iyi bir yaşam standardına kavuşabilmek için, kendi istekleri ile bu yolculuğa çıkarlar. Bu yolculukların bir kısmı pasaport, vize gibi yasal belgelerle düzenli bir halde yapılırken, bazıları ülkelerin yasal sistemlerine aykırı bir şekilde düzensiz olarak yapılabiliyor.

Düzensiz göçmen terimi, göç ettiği ülkeye o ülkenin yasalarını ihlal ederek giriş yapan, ülkede kalmak için yasal hakkı bulunmayan, ülkenin yasalarını ihlal ederek çıkış yapan kişiler için kullanılıyor.

Türkiye’de 3,7 milyon Suriyelinin “tartışmalı” konumunu netleştirmek, basit bir terminolojik sorunun ötesinde konuyu anlayabilmemiz ve çözümü tartışabilmemiz için zemin oluşturuyor.

Göç İdaresi Başkanlığı’nın resmî web sitesinde kullanılan ifadeler üzerinden ilerleyelim:

Göç İdaresi Başkanlığı “Yabancılar” başlığı altında oluşturduğu kategorileri “Düzenli Göç”, “Düzensiz Göç”, “Uluslararası Koruma”, “Geçici Koruma” olarak ayrıştırmış.

Geçici Korumamız Altındaki Suriyeliler” başlığı altında yer alan ifadeler aynen şöyle: “16 Eylül 2020 tarihi itibariyle 5 ilde 7 geçici barınma merkezinde 59.877 geçici koruma kapsamındaki Suriyeliler barındırılmaktadır. Bunun dışında, geçici barınma merkezleri dışında 3.559.041 geçici koruma sahibi Suriyeli yaşamaktadır.”

O halde öncelikle Göç İdaresi Başkanlığını referans alarak, halen Türkiye’de bulunan 3,7 milyon Suriyelinin “mülteci” değil “Geçici Koruma statüsünde” bulundukları üzerinde anlaşalım.

Türkiye Mültecilerin Hukukuna Dair Cenevre Sözleşmesi’ni 1961 yılında, Mültecilerin Hukukuna Dair Protokolü ise 1967 yılında onayladı. Ancak 2014 tarihli, 6458 sayılı “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunundaki” düzenlemeye göre Türkiye Avrupa ülkeleri dışındaki ülkelerden gelenleri “mülteci” statüsünde kabul etmiyor, ancak üçüncü bir ülkeye yerleştirilene kadar “şartlı mülteci” statüsüyle geçici olarak Türkiye’de kalmalarına izin veriyor. Burada altını özellikle çizmek gerekiyor: Türkiye için “mülteci” ancak herhangi bir Avrupa ülkesinden Türkiye’ye gelenler için kullanılabilen bir kavram.

İşte sıkıntı tam da burada başlıyor. Türkiye’deki Suriyeliler “geçici koruma” statüsünde. Geçici koruma, ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen ve haklarında bireysel olarak uluslararası koruma statüsü belirleme işlemi yapılamayan yabancılara sağlanan korumayı ifade ediyor. 6458 sayılı kanun kapsamında yayınlanan Geçici Koruma Yönetmeliğine göre; Suriye’den Türkiye’ye gelenlerin statüsü “Geçici Koruma”dır ve bireysel prosedür olan şartlı mülteci statüsü için başvuru yapamazlar.

Bu ayrıntılar niye önemli?

Her şeyden önce “Türkiye Avrupa’da en fazla mülteci barındıran ülke” ifadesinin doğru olmadığının, Türkiye’dekilerin “mülteci statüsünde” kabul edilmediklerinin, dolayısıyla “uluslararası hukukun mültecilere tanıdığı hak ve olanaklardan” yararlanamadığının anlaşılması açısından önemli.

Oysa herhangi bir Avrupa ülkesi herhangi bir ülke vatandaşını “mülteci statüsüyle” kabul ettiğinde, uluslararası hukukun o kişiye sağladığı haklardan yararlandırmak zorunda olduğunu bilerek hareket ediyor. Hal böyle olunca, “Avrupa ülkeleri Suriye’den gelenleri neden seçerek alıyor? Neden daha fazla sayıda Suriyeli almıyor?” sorularının yanıtı da kendiliğinden verilmiş oluyor: Avrupa ülkeleri 3. dünya ülkelerinin sorunlarını kendi topraklarına taşımak, “nitelikli görmedikleri nüfusu” kendi topraklarında barındırmak konusunda hiç de istekli davranmıyorlar.

BM sözleşmeleri sığınma hakkını temel bir insan hakkı olarak görse de bunun Batı tarafından pek de umursandığı söylenemez. Ya da en azından “seçici, seçkinci bir umursamadan” söz edilebilir ancak…

Konuya biraz daha ülkemiz açısından bakmaya çalışarak önümüzdeki hafta devam edeceğiz..

BM Mülteci haklarını büyük ölçüde imzacı devletlerin vatandaşlarının sahip olduğu haklara yakınlaştırılmış biçimde tanımlıyor. Bu hakların kapsam ve içeriğini okumak isterseniz: Tıklayın

İzleyin:

Ey Vicdan/ Yasemin Göksu & İlkay Akkaya

(Devam Edecek…)

Kapak Görsel: Sinan Dirlik Arşivi, Nizip Kampı