Emek kelimesi Türk Dil Kurumu Sözlüğünde “bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü, çalışma” olarak geçiyor ve bizleri hemen kendi emeklerimizi düşünmeye sevk ediyor. Ne çok emek verdik her şeye değil mi? Bazen emeğimizin karşılığını aldık bazen hakkımız yendi bazen de hak yedik. Sizinle alakalı konuşmuyorum, bu köşeyi takip edenler hak yemez. Ben diğer insanları kastediyorum, hemen gerilmeyin.
Emek kelimesini duyduğumuzda ilk hissettiğimiz şey nedir? Nedense benim içimde bir kırgınlık, inceden bir hüzün hissi oluşuyor. Aklıma Soma’daki Madenciler, bazı üreticilerin haklarını vermedikleri işçiler, pizzacıda çalışırken bir günlük yevmiyesiyle bir adet pizza alamayan öğrenci geliyor. Nedense emek kelimesi geçtiğinde şu an hali vakti yerinde, şaşalı hayatlar yaşayan insanlar gelmiyor aklıma. Başarı öykülerini tenzih ederim ama bir devlet ihalesiyle voliyi vuran arkadaşlarımız sentetik başarı öyküleri yazmasınlar lütfen, zira inandırıcı olmadıkları gibi içime badem acılığı gibi bir tat geliyor.
Yaşamak için değil hayatta kalmak için uğraşan milyonlar verdikleri emeğin insanca yaşam koşullarına yetmesinden başka bir şey istemiyorlar. Sosyal bir hayat, eğitim eşitliği, adalet yani kısaca insana dair olması gereken standart hayatı talep ediyorlar. Ama gelir adaletsizliğinin ve rant ekonomilerinin hüküm sürdüğü coğrafyalarda emeğin karşısındaki hak biraz boşlukta kalıyor, kabını hiç dolduramıyor.
Alışılagelmiş Hanoi Kuleleri yazılarından farklı olarak bu yazıda üniversitenin ilk yıllarında çalışmak zorunda olduğum işler üzerinden coğrafyamızdaki emeğe çökme alışkanlığını kısaca anlatmak istiyorum. Olaylar farklı, sonuçlar neredeyse aynı. Bakalım kahramanımız hayatını idame ettirme mücadelesinde neler yapmış?
İlk öykümüz üniversiteyi kazandığım ilk yıldan. Bir anlık coşku, öğrenci evi ve araba vaadi ve pamuksu bir sopa zoruyla yazdırılmış okuluma gelip neredeyse 1 yıl boyunca yurtta kalınca 5.günün şafağında Gandalf’ın gelmeyeceğini sert bir şekilde anlamıştım. Dedim ki Onur sana senden başka yar yok, bastır Onur. Hemen iş ilanlarına baktım ve bir dershanede öğrenci danışmanlığı ilanını gördüm. Havalı bir iş olduğunu düşünerek hemen başvurdum. İş tanımı şuydu; öğrencileri arayıp dershaneyi anlatacak, ikna edecek ve kayıt yapacaktım. Kayıt aldığım öğrenci başına 20 TL gibi bir prim alacaktım. Maaş yok, yol yok, sigorta zaten söz konusu bile değil. Cumartesi-Pazar dahil 2,5 ay boyunca dershaneyi anlattım, ikna ettim, kayıtlar aldım her şey çok güzeldi ama küçük bir eksiklik hissediyordum; parayı alamıyordum. Her türlü alavere dalavere ile emeğimize çöktükleri gibi bir de üstüne dalga geçilir gibi kapının önüne konulduk. Sonradan bunun kurumsal bir duruş olduğunu, genç öğrencileri ucuz değil bedava iş gücü olarak kullanıp atan bir organizasyon olduklarını öğrendim. Birkaç hafta çalış, sonra para alamadan itinayla şutlan. Ne kadar naif bir anı değil mi? Merak etmeyin daha sertleri geliyor.
Tıbbi ürünler satan bir dükkânda tansiyon, zayıflama, masaj aletleri gibi cihazlar satmaya çalıştım. Okullarda, barolarda, berberlerde, altın günlerinde ihtiyaca göre ürünü tüketiciyle buluşturmak gibi ulvi bir sorumluluğu üstlendim. Çok eğlenceliydi çünkü insanımız çalışan öğrencilere karşı çok nazik. Ayağına masaj yaptırmak isteyenler, her cihazı denedikten ve saatlerce pazarlık yaptıktan ve istedikleri fiyatı aldıktan sonra öğrenciden mal alınmaz deyip kabaca yol verenler, parayı haftaya vereyim diyerek aylarca peşinden koşturanlar… Anadolu irfanı elinde dev bir bavulla kapı kapı dolaşan bir öğrenciyi tüm içtenliğiyle sarıyordu. Aylarca uğraşsan da maalesef bırak hakkını almayı bir de üstüne el aleme yaptığın masaj demoları ve karbonhidrat bazlı beslenen teyzelerin uzun soruları yanına kar kalıyordu. Sattığın ürünlerle elde ettiğin gelirden payını istediğinde ise iş verenin cihazların vadeli satıldığını ve son taksit ödeninceye kadar sana ödeme yapamayacağını en az teyzelerin uzun soruları kadar yorucu şekilde anlatıyordu. Yine 5 kuruş kazanamadan yavaş yavaş bu fotoğraftan çıkmak gerektiğini idrak ettim. Artık emeğimin sömürülmesine izin vermeyecektim. Bu böyle sürmeyecekti.
Bir narenciye fabrikasında işe başladım. Paketleme ünitelerinde günlük yevmiye ile çalışılır. Vardiya sistemi vardır. 3 vardiya ile Dünyanın her yerine narenciye yollanır. Ancak 3-5 kilo portakalı karton kutulara saniyeler içinde dizebilen kadınlara paçavra gibi davranılır, başlarında “işçi çavuşu” denilen meymenetsiz adamlara komisyon verilerek zorbalıkla iş yaptırılır. Parasızlıktan 2 vardiya çalışılır, yemek apar topar yenir sonra hızlıca teknenin başına geçilir. Ayrıca bu tarz yerlerde şiddet de eksik olmaz. Bazen bir kamyon şoförüyle, bazen personelin itiş kakışıyla adeta Jurassic Parktır. Burada da kasa taşımaktan yabancı müşterilere tercümanlığa, irsaliye kesmekten stok raporlarına kadar 2 vardiya çalışanlardan biri de bendim. Mobbing kavramı henüz iş hayatımıza girmemişti ama herkes birer mobbing ustasıydı. Personelin canı portakal mandalina çekse alamıyordu mesela. Paralar geç ödeniyor, işçi çavuşları ücretlerin bir kısmını kendi ceplerine indiriyordu. Kendine bonkör olan sistem işçiye oldukça tutumluydu. İçerde sürekli paranız kalıyordu. Maaşınız ki yevmiye çarpı gün sayısı olarak hesaplanır türlü bahanelerle sadece bir kısmı ödenirdi. Paranın tamamı alınsa kaçılacağına dair bir inanış vardı belki de. Velhasıl yine sömürünün, sağlıksız koşulların sıkıntısını çekiyorduk paketlemeci ablalarımla…
Sonra elektrikli süpürge satışı, çantacılık falan derken her yerde emeğin ne kadar ucuz, işin ne kadar büyük, ücret ve yan hakların ne kadar küçük olduğunu gördüm. Sosyal hayata izin vermeyen mesnetsiz yöneticiler, egoist iş ortakları, gücü eline aldığı an diktatörleşen insanlar gözlemledim. Yurtdışı kaynaklı evrensel kurallara uymaya çalışan bazı uluslararası kuruluşlar dışında hep aynı tarz uyarılar dikkatimi çekti. “Çaycıya abi diyen çayı kendi alır.” “İşçiye yüz verirsen iş yapmaz.” “Ustaya parasının tamamı verilmez.” Bu gibi cümleler ülkemizdeki iş hayatının en popüler cümleleridir belki de… Etik-ahlak-vizyon-misyon kelimeleri ise süslü MBA programlarının şaşalı sloganları.
Emek şu kısacık yaşamımızdaki en kutsal kavramlardan biri. Aileye, doğaya, işe, eşe, topluma olan katkımızın toplam ifadesi. Hayata kattığımız değerin anlatım tarzı. Ve maalesef en savunmasız, sömürüye en açık olanı. Güçlünün güçsüzü ezmediği, işin yaşamak için bir amaç değil araç olduğu ve emekçinin lütuf, nasihat, başarı hikayeleri anlatmak kastıyla “çalış senin de olur” goygoyculuğu dışında “hakkını” alması dileklerimle… 1 Mayıs kutlu olsun.
Kapak Görseli: Jawad Esmaeili/ Unsplash