Kalbi Olmak Ya da Olmamak

0
274

Ben Anadolu’nun kültürel anlamda en kozmopolitan şehirlerinden İskenderun’da büyüdüm. İlk gençlik yıllarımın arkadaş gruplarında benim gibi Sünni ailelere mensup kişilerin yanı sıra Yahudi, Ortodoks Hristiyan ve Nusayri’ler vardı. Benim memleketimde kimsenin dini, mezhebi ağza alınmaz, kimlik sıkıntıları gözlerden uzak, evlerde yaşanırdı. Hele biz çocuklar için tek fark bazı arkadaşlarımızın aile büyüklerinin Arapça, İbranice konuşabilmesiydi. Sokakta bir, birlikte, güzeldik, çocuktuk.

Ne zaman ki televizyon ekranında İsrailli askerin bir çocuğun kolunu bile isteye kırdığını izledim, o gün yetişkinlerin karanlık dünyasına dahil oldum. 80’lerin sonunda internet olmadığından o görüntünün linkini burada paylaşamıyorum ama arama motoruna “İsrailli askerlerin kolunu kırdığı çocuklar” yazın yüzlerce benzer vakaya rastlarsınız.

Evet, o gün o saatte büyüdüm, hissettiğim ilk politik öfkemdi, solculuğumun mihenk taşı, vicdan siyaseti öğrenciliğimin ilk dersiydi.

Ortaokul ve lisede manifaturacılık yapan şehirde kalmış belki de son Yahudi ailenin kızı en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Küçük yaşta yakalandığı lösemiyi İsrail’de tedavi etmişler, o tedavi sürecince bir yıl okuldan uzak kalmıştı. Bu zorlu mücadelenin de etkisiyle yaşına göre sakin, olgun, akıllı, tatlı biriydi. Bana zor günlerimde çok yarenlik etmişti. Onu çok severdim. Saatlerce sohbet eder İskenderun sahilindeki yürüyüşlerimizde hayatın sırlarını çözmeye uğraşırdık.

Lisede miydik yoksa üniversitenin ilk yılı mı onu hatırlamıyorum, arkadaşım ailesi ile İsrail’e göçmüştü, mektuplaşıyorduk. Ben mektubumda televizyonda izlediğim habere dair üzüntümü ama daha çok öfkemi paylaştım. Elbette arkadaşımı değil, askeri ve onu bu hale getiren İsrail devletini suçluyordum. Arkadaşımın ablasının asker olduğunu nereden bilebilirdim? O neşeli, hayat dolu genç kadını elinde silah, ayağında postal, hayal bile edemezdim. Tahmin edebileceğiniz gibi ilişkimiz o mektupla bitti.

Türkiye özellikle politik alanda hızlandırılmış eğitim fırsatlarıyla dolu bir ülke.

Günlerdir Ortadoğu çalışan akademisyenleri, yerli, yabancı analistleri izliyorum, son durumu anlamaya, çatışmaların tarihçesinin detaylarına vakıf olmaya çalışıyorum. Türkiye’nin sonu gelmez dertleri ile hemhal olduğumuz, net biçimde Türk İslam sentezcilerine yenildiğimiz yıllarda da İsrail’in soykırımcı siyaseti ve askeri vahşeti sürdü. İsrail devleti laik Arap milliyetçisi Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) karşı besleyip büyüttüğü cihatçı Hamas’la savaşırken Filistin’in belini kırmaya devam etti.

Arizona Üniversitesi’nde dilbilim profesörü ve Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) emeritus profesör olarak görev yapan, 100 kitap yazmış 95 yaşında hala berrak zihniyle bizi aydınlatan Noam Chomsky, beş ay önce konuşmacı olarak katıldığı bir panelde 70’li yıllarda İsrail’in güvenlik ve yayılma (expansion) arasında ABD’nin desteği ile yayılmacılığı tercih ettiğini anlatıyor. İsrail’in Filistinlilere yaptıklarının “apartheid”ın da ötesinde olduğunu söylüyor. Güney Afrika’daki apartheid rejiminin uluslararası gözlemcilerin çalışmasına izin verdiğini İsrail’in buna bile yanaşmadığının altını çiziyor. Geçtiğimiz yaz İspanyol çevre aktivisti akademisyen yakınımı Tel Aviv havaalanında sekiz ayrı güvenlik soruşturmasından geçiren İsrail’den söz ediyoruz.

Chomsky’nin torunları ve onların çocukları yaşında akademisyenlere verdiği mülakat konuya tarihsel, siyasi ve toplumsal pencereden bakmak isteyenler için çok faydalı.

Öğrenmenin ve öğretmenin yaşı yok.

Chomsky, İsrailli gençlerin önceki kuşaklardan daha radikal, daha milliyetçi olduğunu söylüyor. Bu saptamaya “daha lümpen” yorumunu da eklemek mümkün. Sosyal medyada Filistin halkının acıları ve çaresizliği ile dalga geçen, İsrail devletinin faşist yaptırımlarına, şiddetine maruz kalan Gazzeli kadınları, çocukları aşağılayan, özetle insanlığın dibinin dibi videolarla ile karşılaşıyorum. Benim gençliğimde İsrail tepelerinden Filistin topraklarına düşen bombaları ellerinde içecekleri, yüzlerinde kocaman gülümseme ile kamp sandalyelerine yayılmış seyreden İsrail vatandaşları vardı, dijital devrim “eğlenme” biçimlerini de değiştirmiş belli ki…

Hamas, İŞİD, Taliban gibi gözü dönmüş/döndürülmüş gerici cihatçı örgütler de işledikleri cinayetleri gösteren iğrenç videolar servis ediyor, ama onlar sıradan siviller değil, yani sokakta karşılaşmanız, sosyal ilişki kurma ihtimaliniz olmayan, karanlık dünyanın yaşarken ölmüşleri. Asıl korkutucu olan normal bir hayat süren, yüksek ihtimalle bu şiddet denizinde değil yüzmek, kıyısında bile oturmamışların taşlaşmış yürekleriyle, boşalmış beyinleri. Çünkü kalabalıklar ve ulaşabildikleri insan sayısı da çok fazla.

İyilik gibi, kötülük de bulaşıcı, üstelik iyi olmaktan çok daha kolay.

Bu “insanımsılara” ailesinde Nazi soykırımı mağdurları olan İsrailli adam gibi haykırmak istiyorum “Kalbiniz varsa Filistinliler için ağlarsınız”! 

İsrail’in başta sosyalistler, solcular olmak üzere göğsünde hala kalp taşıyan vicdanlı vatandaşları var ve ülkeyi yöneten dinci-milliyetçi kötücül iktidara karşı nümayişler düzenliyorlar. İsrail yönetiminin “savaş zaiyatı”, Hamasçıların da “rehin” olarak kayda geçtiği, bebeklerin, yaşlıların, kadınların kurtarılması için çırpınıyorlar. İsrail ne yapıyor? Misliyle bebek, yaşlı, kadın, çocuk katletmeye devam ediyor. Hem de onların insan olmadıklarını ima ederek hem de bundan gurur duyarak hem de iki yüzlü batı dünyasını ve ebedi hamisi ABD’nin tam desteğini alarak. Hamas da şehitlik, mücahitlik retoriği ile Gazze halkını ölü ya da diri kazanması mümkün olmayan savaşın içinde tutmaya çalışıyor.

Oysa bu savaşta her ölüm, başka ölümlerin habercisi.

Profesör Chomsky ilk kez 1953 yılında bir “kibbutz”da kaldığı dönemden itibaren İsrail ve Orta Doğu’nun gözlemcisi olmuş, yakın zamanda İsrail’den “çocukluğumdan beri hayatımın en önemli meselesi” olarak bahsetmiş bir düşünür. Ateşin düştüğü yeri nasıl yaktığını, yakacağını gören bilge bir adam. Bu ve benzer seslere kulak vermek bu dünyayı silahı olanın düdüğü çaldığı bir yer olmaktan kurtarmak zorundayız. 

Susan Sontag “Başkasının Acısına Bakmak” adlı kitabında “Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir.” der.

Ben savaşın insan doğasından geldiğine inananlardan değilim, ama diyelim ki öyle, insan nasıl ki doğanın kurallarını biliyor ve ona göre davranıyor, kendi doğasını da eğitebilecek birikime ve araçlara sahip. Bizler savaşın kavuran acısını sağaltabilir, yeni savaşların önünü alabiliriz, bunun için öncelikle birbirimizin acısına bakmayı öğrenmeliyiz. İnsan olmanın yetmediği iyi insan olmanın ve öyle kalmanın gerekliliğini hatırlamalıyız. Savaşın en korkunç günlerinde naiflik, saflık gibi görünse de bu hayale tutunmalı ve hiç bırakmamalıyız.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz