Katı Gerçek

0
318

“Yaşamın katı gerçeği, bütün uydurmaların sınırını aşar. İnsanoğlu öyle katı gerçekler yaşar ki, bunları yaşamadan uydurmanın olanağı yoktur. İşte bu yüzden yaşanmış kimi olaylar, anlatınca kimsenin inanmayacağı denli gerçekten daha gerçektirler. Oysa ülkemizin insanları, 62 yaşımın aklımın erdiği yarım yüzyılı içinde sürekli olarak, anlatılsa kimsenin inanmayacağı, inanamayacağı olayları yaşamışlardır, yaşamaktadırlar.”

Böyle der usta yazar Aziz Nesin, Uğur Mumcu’nun “Sakıncalı Piyade’ eseri için yazdığı yazısında. “Bizi acılı acılı güldürdün, düşündürdün” diye de ekler.

Aziz Nesin’in saptaması sıradan bir saptama değil, geçerliliğini bugünün Türkiye’sinde de yitirmemiş bir saptamadır. Yaşanmakta olan inanılmaz olaylar ise Mumcu’nun askerliği sırasında başından geçenler nedeniyle kaleme aldığı eserindeki gibi devam etmektedir.

Mumcu, 12 Mart 1971 askeri muhtırası sonrası gelişen süreçte sola yönelik gerçekleştirilen baskı ve yok etme girişiminin sonucu olarak bir yazısından dolayı suçlanmış ve yargılanmıştır. Verilen 7 yıllık hapis cezası Yargıtay tarafından bozulunca serbest kalmış ve ardından 1972-1974 yılları arasında askerlik için Ağrı’nın Patnos ilçesine gitmiştir. Askerliği tam anlamıyla trajikomiktir. Yedek subay olarak yapması gereken askerliğini er olarak yapmasını sağlayacak bir dizi uygulamaya da maruz kalmıştır. Düzen ona takmıştır kafayı bir kere. Her adımı gözetim altına girmiştir. Tıpkı geçmişte Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Ahmed Arif ve daha niceleri gibi eleştirel olan düşünür, yazar, çizerlere ne olduysa…

Bu dönemde resmi tanımıyla “sakıncalı piyade” olarak askerliğini tamamlar. Mumcu, eserinde 12 Mart 1972 ve 12 Eylül 1980’li yılların sıkıyönetim ve askeri darbe dönemlerinin insanlarda yarattığı psikolojik, sosyal ve ekonomik sıkıntıları çok alaycı bir dille ele alır. “Sakıncalı Piyade” onun sayesinde, devlet gücünü kötüye kullananlara karşı dik duranlar için söylenen bir unvana dönüşür.

Şimdi gelelim “bütün bunları neden yazdım?” mevzusuna. Elbette “herkes yaşadığını bilir” derler. Biraz geçmişe gidelim…

Her zamankinden farklı olmayan bir sabah. Bir tek hava değişikti hatırladığım kadarıyla. Kapalıydı, yağmıyordu ama soğuktu. Erken saatlerde atıştıran yağmur ve rüzgârın etkisiyle dar yürüyüş parkuru üzerinde çam iğneleri ve kozalakları ortalığa saçılmıştı. İki yüz yirmi daireli lüks sitenin çalışanları işe koyulmuş, çöpleri topluyor, peyzajıyla dikkat çekici olan bahçeyi ve etrafını temizliyordu. Doğrusu bu çalışanlar da hiç şaşmıyor arkadaş. Her sabah bir makine gibi aynı saatte, aynı disiplinle, aynı ritim ve aynı sadakatle… Ancak bugün işleri daha bir zor. Islak zemine yapışmış çam iğneleri ve kozalak parçalarını süpürmek zahmetli iş. İyi bilirim… Tıpkı yirmi dört yıl önce olduğu gibi.

Şimdi daha da geriye gidelim…

Evet yirmi dört yıl evveldi. Askeri birlikte okul binasının önündeyiz. Hava yine aynı hava. Ancak daha bir soğuk. Aralıktı sanırım. Ankara’nın soğuğu da sabahın erken saatlerinde fena çarpar. İki kısa dönem er, ellerimizde çalı süpürgeleri okul komutanlık binasının önünü süpürüyoruz.

“Ya hocam sen kalk ülkenin en gözde üniversitesinde çalış, sonra gel buraya elinde çalı süpürgesi. Senin öğrenciler görse amma da güler?”

“Değil mi ama?”

Düpedüz geçiştirmek istemiştim. Yüzündeki alaycı gülüş rahatsız ediciydi.

“Sahi bu durum, şu yaşadıklarımız hiç mi canını sıkmıyor?”

O da iyi okullardan mezun olmuş, dünya görmüş biriydi. Benden yaşça daha gençti. Varsıl bir ailenin çocuğuydu.

“Hayır. Neden sıksın?”

Ne diyeyim arkadaş, sıkmaz mı hiç? Ama lafı uzatmanın ne anlamı var. Ülkede hangi iş akla, bilime, mantığa dayanarak yapılıyordu ki!

Soğuktan olacak her soluk alışverişte ciğerlerimizdeki dumanı salıyorduk. Ellerimiz, kızarmış parmaklarımızın çalı süpürgesi sapına yapıştığını hatırlıyorum. Bu her sabah olan bir rutindi.

Az biraz sonra kot farkı nedeniyle yukarıda kalan yoldan binbaşı göründü. Bize doğru bakıyor ve “adama böyle yaparlar işte” der gibi gülüyordu. Hem soyadında şeker ibaresinin olması hem de tarzından dolayı olacak ona bir film karakteri olan “Candyman” adını takmıştık. Türkçesi “şeker adam”. Filmdeki namıyla bu karakter özel güçleri olan bir katildi. Bizim adam da oldukça ters bir karakter olunca bu ismi vermiştik. Her zamanki gibi aşağılayan bir üslupla seslendi. Arkadaşım ise o an yağmurdan pürüzlü asfalt zemine yapışmış çam iğneleri ve kozalak kırıntılarını çıkarmaya kendisini öylesine adamıştı ki o esnada komutanı duymamıştı…

“Hey duymuyor musun? Yukarı bak.”

Hemen hazır ol pozisyonu aldık. Çok komik bir görüntü olduğu açıktı. Bir elimizde tüfek tutuyormuşçasına çalı süpürgesi diğer elimiz hazır ol halinde.

Oldukça kaba bir sesle: “Hoca, hoca eline de pek bir yakışmış bakıyorum. Senin bu halini bir fotoğraflayalım da üniversiteye gönderelim. Girişine assınlar. Ne dersin?”

Alaycılığın ötesinde bir konuşmaydı. Cevap vermek mümkün değil. Aramızdaki rütbe farkı buna izin vermezdi zaten. Üstelik o da sözünün devamını getirmeden hızlıca binaya girdi. Bu bir kişisel ego sorunu değildi. Alışılmış davranışlardan biriydi. Bağlı olduğumuz hizmet takımının içtima saati gelmişti. Zaten temizliği de bitirmiş gibiydik. Geç kalmamak için alelacele alana gittik.

Bulunduğumuz takımda iki yüzün üzerinde asker vardı. Bunların içinde üniversite mezunu olan sayısı iki elin parmaklarını geçmezdi. Yani geri kalanın büyük bir kısmı ya ilkokul mezunu ya da okuma yazma bilmiyordu. Bir kısmı da ortaokul, lise… Çoğunun yaşı yirmisine yeni girmiş olabilir. Zaten bize de abi derlerdi.

O gün içtima sırasına girme konusu uzun sürmüştü. Genç çocuklar işte. Şakalaşma, erkeklik gösterileri falan. Astsubay olan birlik komutanı bir türlü düzenin oluşmaması üzerine çıkıştı. Aramıza karıştı, kalabalığın içinde birkaç genci tokatladığını seslerden anlayabiliyorduk. O anda herkes sustu, sonra bağırarak konuşmaya başladı.

“Siz kendinizi ne sanıyorsunuz. Burada komutan varken hazır ola geçeceksiniz. Saygısızlık yapamazsınız. Yerinizi, haddinizi bileceksiniz.”

Sonra duraladı. Birliğin en sağında iki sıra halinde bizim olduğumuz yöne doğru baktı. Kısa dönem olarak diğer uzun dönemlerle aynı yerde askerlik yapan az sayıdaki üniversitelilerdik. O an bize de bir şeyler diyecek sandık. Ancak tekrar diğerlerine dönerek devam etti.

“Ayrıca bazılarınız burada ağabeyiniz olacak yaştaki askerlere de saygısızlık yapmış. Bir daha duymayayım, gözünüzün yaşına bakmam. Burada sizinle askerlik yapıyor olabilirler ancak sivil hayatta yanlarına varamazsınız, selam bile veremezsiniz. Ayağınızı denk alın.”

Sabahın köründe ne alaka bir konuşma olmuştu? Ama o an söyledikleri hala aklımda. Evet bu çocuklar sivil hayatta yanımıza zor gelebilirlerdi. Askerlik hepimizi aynı hizaya sokmuştu bir kere ama hayatın sonrası katı bir gerçekti.

Yıllar sonra sabahın bu saatinde yürüyüş parkurunda gördüğüm temizlik işçisi genç de bana o günleri, bunları hatırlatmıştı. Tıpkı o yıllardan bir sahne. Elinde süpürgesi yağmurdan ıslanmış zemine yapışmış çam iğnelerini, kozalakları temizlemeye çalışıyordu. Tıpkı oradaki genç çocuklar gibi bakımsızdı, gençliğinin aksine omuzları, yüzü, elleri erken yaşta çökmüştü. Ezik ruhunu görmemek ise mümkün değildi.

Gün ışığı nasıl ki hayatın güzellikleri kadar çirkin yüzünün de görünmesini sağlar, şu yaşadığımız toplumsal düzen de insanlar arası sınıfsal farkları, uçurumları, eşitsizlik ve adaletsizliği öylesi bir çıplaklıkla gösteriyordu. Sonra insan düşünüyor tabi. Böylesi bir ekonomi politik düzenin savurduğu hayatlar var bir yerlerde. Sınıflı toplumu yaratan egemen düzen ve temsillerinin ezdiği, örselediği, yok saydığı hayatlar… Sağlığa, eğitime, kamusal olanaklara eşit olarak erişemeyen vatandaşlar. Sıkışmış, kendini, geleceğini belirleyemeyecek kadar acizleştirilmiş insanlar. Hayatı boyunca sınıflar arası geçiş fırsatını yakalayamamış, yakalayamayacak insanlar…

Hatta hayatlarını değiştirme fırsatının ellerinden alındığı gerçeğini bilmeyen insanlar…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz