Güney Kore, Seul’de 15 yaşındaki Kim Min-Woo için işler bir süredir yolunda gitmiyordu. Hayatı giderek karışmakta, karıştıkça zorlaşmaktaydı.
Herhangi bir gençten farksızdı ona rastlasaydınız. Ona benzeyen milyarlarca ergen gibiydi işte. Sırtında çantası, verilen ödevlerden dertli, arada ana babasına öfkeli, bolca çevrim içi, belki de ilk aşkının heyecanını taşıyan bir ergen. Yanınızdan geçip giderken muhtemelen hiçbir şey sizin de dikkatinizi çekmeyecekti. Kafası önünde gözü cep telefonunda kulağında kulaklığı… Öyle işte… Öylesine. Ama hep böyle değil midir? Kim bilir kimi; Kim’i?
15 yaşındaydı ama bir terslik olduğunu o da fark edecek kadar terslik yaşıyordu. Saklayabildiği ya da kamufle edebileceği gibi değildi olanlar. Öğretmenleri ilk farkına varmıştı, ailesinin de anlam veremediği şeyler dikkatlerini çekmeye başlamıştı. Yani işin doğrusu Kim Min-woo’ya göre millet garipliği kaçırmıyordu.
Hoş zaten kendisi de istese bile olanları normal kabul edemezdi. Her şey sınavlarda alınan notların düşmesiyle başladı. Arada ne dedi ne zaman dedi bu öğretmen yahu? Ya sen bana demin ne dedin, bir şey mi istedin? Hayda şimdi bunun adı neydi ya? gibi soru cümlelerini sıkça kullanıyordu. Zaten soru cümlelerinin muhatapları da ona laf anlatmaktan cevap vermekten artık sıkılmaya başlamışlardı. Hele öğretmenleri Kim Min-Woo’yu anlamakta cidden zorlanıyorlardı. Bu kadarı şaka, hatta kötü şaka gibiydi. Notlar düşmüş, ödevler unutulmuş… Tam çocuğum bari kendini de unutsaydın durumunun sanki en açık örneği idi. Deriz! “Bakınız şekil 1A”.
Sona doğru yaklaşırken Kim bazen cümleleri de tamamlayamamaya başladı. Kelimeleri de karıştırıyordu. Olabilir ergenlik işte diye anlayışla karşılanmaya uğraşılıyordu durumu. Kolay değildir ergen olmak. Hatırlarsak ya da şahit olduysak eğer içimizden derin bir nefesi de çekebiliriz.
Hayatında dağınıklık hali odasından taşmış tüm evin odalarına yayılmıştı. Ev demişken bunca zaman süre gelen bu gariplik evin gerçek kapısının önünde son noktasına ulaştı. Okuldan çıkan Kim, gözü akıllı telefonunda, sırtında çantası, yarı kambur duruşuyla, elinde akıllı telefonu gözü ekranda olan biri başka nasıl duracak, kambur duracak, evinin kapısının önüne gelir. Birazdan eve girecek, çanta fırlatılacak, şöyle bir kanepeye yayılacak… İşte hayat… Zaten hayat artık ayak ucu değil parmak ucu. Ama… Durun… Ne oluyor? Kim kapıda kala kaldı, içeri giremiyor. 15 yılın kapısı artık ona kapalı. Dışarıda kalan o. İçeri bir türlü giremeyen o. Nasıl olur?
Deniyor, deniyor, içinden saydırıyor dışından da saydırıyor ama boşuna kapı artık duvar. Çünkü Kim artık eve giriş şifresini bilmiyor. Bilmiyor değil HATIRLAYAMIYOR, 6 haneli şifre onun için artık yok. Aklında yok, gözünün önünde yok, parmaklarının kendi hafızasında bile yok. Adından sonra belki en iyi bildiği şey artık yok. Silinmiş, yok olmuş, uçmuş, kaybolmuş utanmasa ağlayacak. Son bir çare geliyor aklına, akıllı telefonu. Ahhh işte tamam boşuna akıllı değil ya şifreyi o da biliyordu. Akıllı telefon olaya el koyar ve Kim’ e duvar olan kapı yine açılır. Açıl susam açıl.
Noktayı koyan bu olay neticesinde annesi artık Kim Min-woo’yu peşine takarak soluğu St. Mary Hastanesi’nde alır. Olay diğer olaylarla birleşince çaresiz dertlere deva aranacağı gerçeği ile yüzleşilmiştir. Bu çocuğun sorunu nedir? Gencecik bir zihin güçlü bir hafıza olacakken bu nedir?
Doktorlara durum anlatılır, testler, tahliller, görüntülemeler, görüşmeler, ölçekler yani bilinen dünyanın tüm imkanları seferber edilir.
5 yaşından beri karbon dünyanın yanında kablo dünyanın da çocuğudur Kim. 5 yaşından beri sanal alemin yetiştirdiği güzide evlatlarımızdandır. Bilgisayar oyunları uzmanı, sosyal medya canavarı, televizyonun ve sosyal ağların sıkı takipçisi olarak hatırı sayılır yoğunlukta dijital dünyanın gereklerine maruz kalmış aynı zamanda gereklerini yerine getirmiştir. Bu açıdan en ufak bir kusuru ya da eksiği yoktur. Hatta işte o kadar yoktur ki onun nezdinde birazdan doktoru kapısını açtığında paylaşacağı tanıyı söylediğinde her şey yerine oturacak ama her şey yeniden düşünülecek.
Doktoru olan psikiyatrist açıklamaya başlar:
- Efendim oğlumuz Kim Min-woo dijital aygıtlara yoğun maruziyeti sonucunda kısa dönem hafızasına güçlü bir darbe almış olup uzun süreli belleğine bilgi kaydını gerçekleştirememektedir. Yani efendim, oğlunuz demans olmuş. Dijital demans olmuş.
İnanın şaka değil okuduktan sonra eminim siz de bakacaksınız internette. Benim şaşırdığım gibi şaşıracaksınız.
Kim 15 yaşında adeta demans hastası gibi idi. Karbon dünya yerine kablo dünyaya aşırı maruziyeti beyninin dengeli gelişimine engel olmuştu. Bilirsiniz beynimiz 21 yaşına kadar tam manasıyla oluştum demez. O yüzden de tartışılır 18 yaşın ehliyeti.
Doktoru anlatmaya devam eder bu arada. Der ki:
- Akıllı telefonların kullanımı çoğunlukla beynin sol tarafını uyarmaktadır. Ama örneğin konsantrasyon ile ilgili olan sağ tarafını yozlaşmaya mahkûm etmektedir. Dikkat süresi giderek kısalmakta hafızada işleme kapasitesi de azalarak bilişsel bozukluklara yol açabilen zincirleme durumları tetiklemektedir. Bu yüzden vakamız erken başlangıçlı demans gibi bir durumu yaşamaktadır.
Peki sizce Kim mi yalnızca bu durumda? Hiç sanmıyorum.
Dijital Demans artık modern salgın olarak nitelendirilmeye başlanmış durumda. 2012 yılında kavramlaşan ve literatüre giren dijital demansın belirtileri de ilginç. Özellikle kambur duruşu ifade ederek saymaya başlıyorlar. Kambur duruş, gelişimsel gecikmeler, kısa süreli bellek bozuklukları, hafıza kayıpları, sosyal geri çekilme, hareket kabiliyetinde gerilemeler, depresyon, öfke kontrol problemleri, denge bozuklukları ve koordinasyonu sağlanamayan hareket kalıpları ile karakterize durum.
Nasıl gelişiyor?
İlk olarak akıllı telefonlar, tabletler eşliğinde geçirilen uzun saatler, günler, yıllar. Bunun neticesinde kazandığımız kambur duruş. Aşırı miktarda bu şekilde yaşadığımızda beynimizin arka tarafının yani oksipital yani görme loblarının haddinden fazla aktif hale gelmesi ama buna karşın beynimizin ön tarafının daha az çalışması. Görme tümüyle gözün üstlendiği bir görev değildir görme beynimizin de içinde olduğu karışık bir süreçtir. Zaten beynimizde ne karışık değildir ki?
Bizler dijital dünyada ne kadar çok kalırsak, o akan görüntüleri getirin gözünüzün önüne, o kadar uyarana maruz kalan bir arka beyin bölgesi mevcuttur. Hani deriz ya bazen ya bakıyorum ama valla artık hipnotize oldum görüntüler gözümün önüne bir geliyor bir gidiyor. İşte tam böyle durumlarda arka taraf yorulur ön taraf ise artık geri çekilir. Bak kardeşim neye bakarsan bak beni elleme der gibidir. Bu tabii ki hiç iyi değildir. Çünkü beynimizin ön tarafı motivasyon, hedef belirleme, okuma yazma, hafıza, sosyal olarak uygun davranma gibi üst düzey bilişsel işlevlerden sorumludur. Bizi insan yapan deneyimin vazgeçilmez komuta merkezidir. Ayrıca burada vücudumuzun hareket, vücut pozisyonu gibi başka yürütülecek işlerin de dikkatle sürdürülmesi söz konusudur.
Bu alana herhangi bir darbe ister dijital ister maddi anlamda olsun; telafisi zor, belki geri kazanılması imkânsız hasarları yaratacaktır. İşte aşırı dijitalleşme bu darbeyi vurarak Kim gibi olmamıza neden olabilir.
Alman sinirbilimci Manfred Spitzer tarafından adı konulan bu durum yani Dijital Demans için internette kolayca erişilebilen bilgilere ve verilere sahip olabilmenin avantajının dezavantaja dönüşerek bilişsel yetenekleri körelttiğini de bize gösterir.
Artık kısa dönemli hafızamıza gerek yok. Hatırlamak için akılda tutmamıza gerek yok. Hatırlamak için aklımızda tutardık oradan da ileride lazım olduğunda attığımız uzun dönem hafızamızdan geri o bilgiyi geri çağırırdık. Ama Manfred Spitz’in de dediği gibi buna gerek kalmadı. Her şey akıllı telefonların kolaylığında, aç sor bitti… Her şey emrimde her şey yazınca, çağırınca saniyeler içinde önümde. İnternet ve akıllı bir telefonum varsa bellek kısaymış uzunmuş bana ne. Bu yeni bellek sonsuz, hızlı asla unutmaz, her an her yerde sağlam, hazır.
Ama işte öyle olmuyor değil mi? Teknolojiyi harici bir bellek kaynağı olarak kullanarak aslında öğrenme çabalarımızı ve yeteneğimizi de fark etmeden azaltıyoruz.
Bir süredir yeni bir günün şafağında olduğumuzu düşünüyorum. Bu doğan yeni gün daha önceki günlerimize benzemeyecek belli ki. Eski diyebileceğimiz zamanların şahitleri olarak yeni gelen zamanların ilk karşılayıcılarıyız. Teknoloji ve insan birlikteliği insanı da bambaşka yapacak. İnsan çevresini değiştirirken yani antroposen çağı tam anlamadan antropo-teknik zamanlara geçiyor gibiyiz.
Ama biz ruhsal deneyime sahip insanlar değiliz. Biz insan deneyimine sahip ruhsal varlıklarız*. Bu da aklımızın bir köşesinde kalsın.
*Pierre T. De Chardin
Kapak Görseli: Benjamin Zanalta/ Unsplash