Bu yazı hayal ve hayat kırıklıklarını yanına yoldaş yapanlar için yazılmıştır. Biraz yorulmuş, epeyce kırılmış, inancını kaybetmiş ve vazgeçmiş olanlara…
Çünkü yine bir 14 Şubat geldi çattı.
Sevgililer Günü’nün ticarileştirildiğini söyleyenler de haklı, bir günü dilediğince romantik geçirmek isteyenler de. Menekşe bekleyenler de haklı, ne gerek var canım diyenler de. “Sevgi alınan hediyelerle ölçülemez” diyenler de haklı, küçük hoşluklar yapanlar da. Lakin bizim konumuz bu değil 🙂
Meselemiz daha derin. Yani aşkın kendisi. Kitaplarda okuduğumuz, filmlerde izlediğimiz gibi bir aşkı yaşamak mümkün mü?
Sevmek mümkün mü hala?
Mesela sosyal medyanın bu kadar yaygın olduğu, onlarca date uygulamasının kullanıldığı, her şeyin hızlıca tüketildiği bir dünyada?
İki ay önce sevgili Sinan Dirlik Gece Sohbetleri’nde date/ arkadaşlık uygulamalarını konuştu. Üç saatin üzerinde bir programdı. Ben sonradan izledim. İzlememiş olanlara tavsiyemdir.
Date uygulamaları Türkiye’de 7 milyon 400 bin insan tarafından kullanılıyormuş. Ama Sinan’ın programın başında da dediği gibi “kimse bu uygulamaları kullanmıyor” Hepimiz bir arkadaşımızdan duymuş oluyoruz 🙂
Sağa kaydır ve sola kaydır üzerine kuru bir sistem date uygulamaları. Beğendiğinizi sağa beğenmediğinizi sola kaydırıyorsunuz. 7 milyonun üzerinde kullanıcı olduğunu düşünürsek herkesin en az birkaç kişiyle eşleşme ihtimali oldukça fazla. Ve yine bu kadar çok kullanıcı olduğunu düşünürsek bir anlamda online insan mağazası. Vitrinde bir ya da birkaç fotoğraf var, beğenirseniz sağa kaydırıyorsunuz. Sonra da ‘ürünü’ incelemeye başlıyorsunuz. “Hepimiz ürün olduğumuz kadar müşteriyiz” dedi programa katılan konuklardan biri. Çok doğru. Ürünüz, çünkü oraya en güzel, en çekici halimizi koyuyor hatta biraz da fazla makyaj yapıyoruz. Müşteriyiz, çünkü seçme şansımız var. Ürünlere bakıyor ve içlerinden bizim için en parlak, en çekici olanı sağa kaydırıyoruz. Kaydırdıktan sonra yine ürünüz çünkü eşleşmek için beğendiğimiz ürünün de bizi sağa kaydırması gerekiyor. Böyle anlatınca hem mekanik hem de heyecanlı gibi görünüyor değil mi? Evet sanırım ikisi de doğru 🙂 İki taraf birbirini beğendi diyelim. Flört etmeye başlıyorsunuz. Yazışmalar, birlikte geçirilen zamanlar, yakınlaşma…Hasılı bir ilişki yaşamaya başlıyorsunuz. Fakat kafanızda sonu gelmeyen sorular var. Onlardan en önemlisi “ya daha iyisi varsa?”
Hep aradığınız bir dünyada sevmek mümkün mü?
Yanınızdaki kişiye odaklanmak, onunla bir ilişki inşa etmeyi tercih etmek, sabırla, anlamaya ve tanımaya çalışarak sevmeyi denemek yerine, işler birazcık karmaşıklaşınca, vitrine dönmek daha çekici geliyor. Çünkü parmaklarınızın ucunda binlerce “ürün” var. En ufak bir sorunu konuşarak çözmek yerine o kişiyi sola kaydırıp hayatınızdan çıkarabilirsiniz. “Ürün” olduğumuz için sorun yokmuş gibi görünüyor değil mi? Tüketmiş, tükenmiş oluyoruz sonuçta. Bu kadar kolay mı demeyin? Çoğunuz bunu farklı biçimlerde farklı insanlara yaptınız, yaptık. Belki bir date uygulamasında değil ama farklı biçimlerde…
Gene sorumuza dönelim.
Hep tükettiğimiz böyle bir çağda sevmek mümkün mü?
Birini hatasıyla, yanlışıyla, doğrusuyla değiştirmeye çalışmadan, ‘düzeltmeye’ yeltenmeden sevmeye ne kadar hazırız? Biri için kendi küçük dünyamızda yer açmaya, konforumuzdan biraz vazgeçmeye. Dinlemeye, anlamaya, yanyana olmaya ne kadar teşneyiz? Günlük hayatımızda, işimizde, ailemizle, arkadaşlarımızla kusurlar, hatalar, kolayca göz ardı edilebilir hatta bazen gülüp geçilebilirken mesele ikili ilişki olduğunda tahammülümüz neden bu kadar az, beklentimiz niye bu kadar yüksek? Olduğumuz gibi birini, bize benzeyeni mi arıyoruz yoksa olmak istediğimizi mi? Aşk mükemmel insanlar arasında yaşanabilen bir şey ise zaten hiç uğraşmayalım derim 🙂
Çoğumuzun öfkesinin, sertliğinin nedeni daha önce yaşadığı kırılmalar, hayal kırıklıkları, yüzleşilmeyen kaygılar. Bu yüzden elimizde sürekli bir kalkan var, sürekli etrafımıza yüksek duvarlar inşa ediyoruz. Biri o duvarı kaldırmak o kalkanı elimizden almak için yaklaştığında, dokunmaya çalıştığında bir bahane bulup geri çekiliyoruz. Çünkü böyle sevilmeyi aslında bilmiyoruz. Takdir edilmeyi, hatalarımıza rağmen şefkat görmeyi, koşulsuz sevilmeyi çoğumuz tatmadık. O yüzden bildiğimiz yerden sevmeye kalkıyoruz, bildiğimiz yerden sevildiğimizde rahat ediyoruz. Alışılmadık bir dokunuş, bir iletişim bizi huzursuz ediyor. Alıştığımız yerde durmak ise kolay. Saklanmak konforlu. Çoğumuzun bildiği yerden kırılmasının nedeni benzer insanlarla farklı deneyimler yaşıyor olması olabilir mi? Tanıdığımız, aşina olduğumuz ilişki biçimlerine koşuyor aynı yerden kanıyoruz.
Sevmek mümkün mü artık? Bunca kırgınlıktan sonra?
Lakin kırıldığımız kadar da kırmış olamaz mıyız? Çocukluk travmalarımızın, geçmişte yaşadığımız kötü deneyimlerin bütün faturasını yeni bir insana yüklemek ne kadar adil?
Sihirli bir değnekle değişmeyecek hayatımız. “Bu dünyada sihir diye bir şey varsa; bu, birini anlamak, bir şeyi paylaşmak çabası olmalı…” diyordu bir filmde. Belki de sihir birini anlamak ve bir şeyi paylaşmak için önce kendimizin çaba göstermesinden başlıyor. Buna karşılık verecek, değecek birini bulup bulamamak belki kader, belki kısmet belki de doğru seçim. Doğru seçim sizinle arkadaş, dost ya da sevgili olamayacak insanların kapısını zorlamayı bırakmak mesela. Sizin için zamanı, enerjisi olmayanlara mesafe koymayı öğrenmek. Sizi görmek istemeyen biri için görünür olmanızı sağlayacak bir sihir yok. Sizi sevmek istemeyen birinde ısrarcı olmanız için bir neden de…
Sevmek mümkün mü?
Sevmek birinci dereceden bilinmeyenli denklem. Buradaki birinci derece, kendimizden başkası değil. Birinin bizi nasıl, ne kadar, ne biçimde seveceğini düşünmek onun adına, onun yerine karar vermek yerine kendimizin nasıl, kimi, neyi ne kadar sevebildiğini çözmemiz gerekiyor. Kendimizi çözmeden başkasını çözmeye kalkışmak nafile bir çaba. Kendimize dokunmadan başkasını didiklemek büyük haksızlık. O şahane romanlardaki gibi bir aşk mümkün değil, belki de lazım da değil…Yine de bugünün dünyasında süresi, şekli ne olursa olsun hayata birlikte nanik yapacağınız birinin olması güzel…
KARGO:
Buraya bir kitap bırakıyorum İşin Aslı Judit ve Sonrası. Sándor Márai gerçeği ve yalanı, arzuyu ve bağlılığı, aşkı ve nefreti abartısız insanlık halleriyle anlatıyor.
Buraya bir şarkı bırakıyorum Yeni Türkü, Aşk Yeniden diyor. Kırılmalara, kayıplara, kaybolmalar, kaybetmeler ve günümüze rağmen…
Not: Sevgililer Günü dolayısıyla sitemlerinizi gökyüzüne, menekşelerinizi bana gönderebilirsiniz.