Milliyetçilik yine, yeniden Türkiye’nin gündeminde. Aslında milliyetçilik bir siyasal proje ve hareket tarzı olarak hiçbir zaman Türkiye’nin gündeminden çıkmadı, çıkması da bir hayli zor görünüyor. Özellikle “Çözüm Süreci” döneminde siyasal iktidar tarafından “ayaklar altına alınmışken” 2015 genel seçimlerinden sonra sürecin bitirilmesiyle muhayyel bir “Beyaz Toros”a binerek geri dönen milliyetçilik, 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişiminin hemen ardından temelleri atılan ve son seçimler öncesinde “Cumhur İttifakı” adıyla tescil edilen AKP-MHP ittifakının son sürat ve büyük bir uyum içinde işliyor oluşuyla yine geçer akçe hâline geldi. Burada güncel siyasetin karanlık dehlizlerine girmekten ziyade, Türk milliyetçiliği özelinde de olsa milliyetçilik ile dil arasındaki ilişkiyi, özellikle de milliyetçi bir projenin en başta dille kurduğu ilişkiyi dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.
Milletler ve milliyetçilik hakkında üç temel görüş vardır. Bunlardan birincisi primordiyalist (ilkçi) yorumdur. Bu yoruma göre millet kavramı da milliyetçilik mefhumu da çok eski zamanlardan beri insanların sahip olduğu değerlerdir. Buna karşın modernist görüş milliyetçiliğin milletlerle beraber veya milletlerden sonra değil, tam aksine milletlerden önce ortaya çıktığını; önce milliyetçiliğin varlık bulduğunu ve bunun bir gereği olarak daha sonra milletlerin oluştuğunu savunur. Başta Benedict Anderson ve Eric Hobsbawm olmak üzere Ernest Gellner, Etienne Balibar ve Immanuel Wallerstein gibi bilim insanları bu görüşü savunmuş ve ayrıntılandırmıştır. Anthony D. Smith’le özdeşleşen üçüncü bir görüşse (etno-sembolizm) millet kavramının çok eski çağlardan beri insanları etkileyen önemli bir parametre olduğunu; ama siyasi bir eylem kategorisi olarak milliyetçiliğin yeni bir olgu olduğunu savunur. Ben burada modernist görüşün bir taraftarı olarak meseleye bu minvalde yaklaşacağım.
Milliyetçilik tarihin belli bir döneminde, belli bir üretim tarzının (kapitalizm) koşulları altında ve belli bir coğrafyada (Avrupa) ortaya çıkmış bir ideoloji ve siyasal eylem tarzıdır. Ernest Gellner’in “siyasi birimle ulusal birimin çakışması” olarak nitelediği milliyetçilik, modernizmin ve tarihin belli bir döneminde işlerlik kazanmış (tarihsel) kapitalizmin bir ürünüdür. Milliyetçi ideolojinin belli bazı kabulleri vardır: a) Dünya milletlere bölünmüştür. b) Her milletin belli bir teritoryal egemenlik alanı vardır. c) Milli değer ve çıkarlar bireyin değer ve çıkarlarının üstündedir. d) Milletlerin huzur ve mutluluk içinde yaşayabilmesi için egemenlik haklarını tam olarak kullanabildikleri bir toprak parçası üzerinde milli egemenliklerine sahip olmaları gerekir.
Bir hegemonya projesi olarak ortaya çıkan böylesi bir ideolojinin doğal olarak, yönlendirebileceği ve çağırabileceği belli bir kitleye, yani millet kategorisine ihtiyacı vardır. İhtiyaç duyulan milletin özellikleri, hegemonya projesinin niteliğine göre değişiklik gösterebilmekle beraber öncelikle sınırlı (bazıları millete dâhil olurken, dışta tutulanlar olacaktır), zamansallık bakımından boş (milletin bir başlangıcı varsa bile bir sonu yoktur, millet kendisi sonunu ya da sonsuzluğunu belirleyecektir) ve egemendir.
Benedict Anderson milleti bir “hayali cemaat” olarak tanımlayıp bu cemaatin oluşmasında matbaa kapitalizminin önemli bir rolü olduğunu vurgular. Avrupa’daki farklılaşmış yerel diller arasında bir bağlantı kurarak cemaatlerin hayal edilmesini mümkün kılan işte bu basım etkinliği, matbaa kapitalizmi olmuştur. Latince gibi üst diller karşısında geri planda kalmış ve aralarındaki kökensel bağlara rağmen birbirinden kopmuş olan yerel diller, matbaanın icat edildiği 15. ve yaygınlaştığı 16. yüzyıldan itibaren etkileşime geçmiş; daha geniş kitlelere ulaşmak isteyen yayıncıların da çabalarıyla standart ve kitlesel ulusal diller oluşmaya başlamıştır. Böylece daha önce yüz yüze ilişkilerin çok daha baskın olduğu ve “gerçek” olan (Anderson her cemaatin aslında hayalî olarak değerlendirilebileceğini de söyler.) küçük cemaatler, kendilerini çok daha büyük ama “hayali” cemaatlerin üyeleri olarak görmeye başlamıştır. Birbirlerinden uzakta olan kitlelerin kendilerini aynı cemaate ait hissedebilmesinde ortak ve standart bir dili kullanıyor olmaları çok etkilidir. 16. yüzyıldan itibaren büyük bir atılım gösteren ticari kapitalizm, Avrupa’daki etkinliğini daha da arttırabilmek için toplumsal homojenleşmenin önünü açmış, bu durum da milliyetçilik ve millet kavramlarının gelişimine ön ayak olmuştur.
Eric Hobsbawm ise milliyetçiliği ve milletleri genel olarak “gelenek icadı” yoluyla oluşan kitlelerin siyasi eylemde bir araya getirilmesi ve belli bir hegemonya projesi etrafında toplanması fikri temelinde inceler. Geleneklerin icat edilebilmesi ve geniş kitlelere yayılabilmesi içinse standartlaşmış bir dilin gerekliliği su götürmez bir gerçektir. Standart bir dil konuşan kitleler arasında hem karşılıklı bir bağ hissi oluşacak hem de ortak hareket edebilme kapasitesi gelişecektir. Uluslaşma süreçleri öncesinde Fransa’da ve İtalya’da nüfusun sadece çok küçük bir kısmının Fransızca ve İtalyanca konuştuğu ve standart dilin yayılması ile uluslaşma sürecinin paralelliği düşünülürse bu görüşe hak vermek yanlış olmayacaktır. Dil, bir milletin inşasında çok önemli bir etken olarak işlev görmüştür. Milletin kurucu ögesi olarak işlev gören dil, aynı zamanda kültürün taşıyıcısı ve indeksi olması bağlamında da milliyetçilik için kilit bir öneme sahiptir.
Dil-milliyetçilik ilişkisini Türk milliyetçiliği üzerinden düşündüğümüzde de yukarıdaki fikirleri destekleyen verilere ulaşmamız mümkün olur. Fransa kökenli sivil (vatandaşlık esasına dayalı) milliyetçilikle Almanya kökenli etnik (soy esasına dayalı) milliyetçilik arasında salınan Türk milliyetçiliği, dil konusunda keskin biçimde tekçidir. 1924 anayasasında “Türkiye sınırları dâhilindeki halka Türk milleti” denir ibaresiyle vatandaşlık temel alınmış gibi görünmekle beraber, bir başka maddeyle seçilme hakkının yalnızca Türkçe okuryazar olanlara verilmesi daha ziyade etnik milliyetçiliğin bir etkisidir. Kemalist milliyetçilikte Türkçe konuşmak Türk olmanın temel şartı sayılmıştır. Bir diğer şartsa “kendini Türk hissetmek”tir.
Türk milliyetçiliği açısından dil meselesi sadece cumhuriyet döneminin bir konusu olmayıp Tanzimat dönemine kadar giden bir tarihe sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş döneminde devletin kurtuluşu için önerilen belli başlı üç yol bulunmaktadır. Türkçülüğün Ziya Gökalp’le beraber en önemli temsilcilerinden biri olan Yusuf Akçura’nın deyimiyle bu “üç tarz-ı siyaset”ten birincisi, temelleri II. Mahmut döneminde atılan Osmanlıcılık olup imparatorluğun çok dinli ve çok etnili yapısını muhafaza etmek için bir Osmanlı kimliği oluşturulmaya çalışmıştır. Önce Balkanlar’ın Hıristiyan toplumları bağımsızlık mücadelesine girişip başarılı olmuş, daha sonraysa Anadolu dışındaki Müslüman topluluklar bağımsızlık isteklerini dillendirmeye başlamıştır. Osmanlıcılık fikrinin bu şekilde başarısızlığa uğraması ve elde kalan topraklarda Türk olmayan çok sayıda Müslüman topluluğun bulunması ikinci bir çare olarak İslamcılığı gündeme getirmiştir. İslamcılık da temel olarak II. Abdülhamid döneminde ortaya çıkmış ve elde bulunan halifelik makamının gücü ve etkisinden yararlanmanın en etkili yolu olarak görülmüştür. İslamcılık da “Osmanlı” kimliğini ön plana koymasına rağmen bu defa başat öge Müslümanlık olarak tanımlanmıştır. Bu da imparatorluğun çöküşüne çare olmayınca elde kala kala Türklük kalmıştır. Bu arada şunu belirtmekte fayda vardır ki bu üç akım birbirini takip eden ve biri başladığında diğeri biten akımlar değildir. Üçü de aynı dönemlerde var olmasına rağmen ağırlıkları konjonktürel olarak değişmiştir.
Türk milliyetçiliği ve dil ilişkisinin Tanzimat dönemine kadar dayandığını yukarıda belirtmiştik. Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp bu konuda belli başlı bazı isimlerden bahsederek dil çalışmalarının Türk milliyetçiliği için temel teşkil ettiğini öne sürerler. Bu isimlerden birincisi Ahmet Vefik Paşa’dır. Hive hükümdarı Ebulgazi Bahadır Han’ın 17. yüzyılda kaleme aldığı “Şeceri-i Türk” ve “Şecere-i Terakime” adlı eserleri tercüme eden Ahmet Vefik Paşa böylece Osmanlı sahasında Türk tarihine yönelik ilk çalışmaları da yapmıştır. Ayrıca Lehçe-i Osmani adlı bir sözlük yazarak Türkçenin müstakil bir ulusal dil olduğunu beyan eden Paşa, ileride daha keskin hatlarla ortaya çıkacak olan Türk milliyetçiliğinin temellerini de atmış olur. Dil konusuna eğilen bir diğer Osmanlı paşası da Mustafa Celaleddin Paşa’dır. 1848 devrimlerinin ardından Osmanlı’ya sığınan bir Leh olan Mustafa Celaleddin (kendisi aynı zamanda Türk şiirinin en büyük isimlerinden olan Nazım Hikmet’in de büyük dedesidir) “Eski ve Yeni Türkler” adıyla kaleme aldığı Fransızca eserinde Türklerin Avrupalı bir kavim olduğunu, Türk dünyasının kendi milli değerlerine ve tarihsel köklerine bağlanması yoluyla içinde bulunduğu zorlu koşullardan kurtulacağını savunmuştur. İleride Güneş Dil Teorisi’nin hazırlayıcılarından olacak olan ve Atatürk tarafından o zamanki adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti olan Türk Dil Kurumu’nun başına getirilen Samih Rıfat’la (Yine bir başka büyük şairimiz olan Oktay Rıfat’ın babası olur kendisi.) da akrabalık ilişkisi olan Paşa’nın yukarıda bahsettiğimiz eseriyle Güneş Dil Teorisi’nin fikirsel babası olduğu söylenebilir.
Tanzimat döneminin dil konularına eğilen ve milli bir Türk dili meydana getirilmesine büyük önem veren isimlerinden biri de Şemseddin Sami’dir. Aslen bir Arnavut olan ve Arnavutluk’taki yakın akrabaları Osmanlı’ya karşı başlatılan ayaklanmada etkin rol oynayan Şemseddin Sami, Ahmet Vefik Paşa’nın “Lehçe-i Osmanî” adlı sözlüğünü yeniden düzenleyerek bu defa “Kamus-ı Türkî” (Türkçe Sözlük) adıyla yayımlamış, ayrıca divan edebiyatı öncesi bazı Türkçe metinlerin (Kutadgu Bilig ve Orhun Yazıtları) bilimsel bir şekilde çalışılmasına öncülük etmiştir. Bir dipnot olarak, Şemseddin Sami’nin milliyetçiliğinin oğlu Ali Sami Bey’e de güçlü şekilde sirayet ettiğini ve kendisinin “amacı Türk olmayan takımları yenmek” olan Galatasaray Futbol Kulübü’nü kurduğunu burada belirtelim.
Tanzimat Dönemi aydınları arasında dil konusuna en çok kafa yoranlar ise şüphesiz Şinasi ve Ziya Paşa olmuştur. “Şiir ve İnşa” adlı ünlü ve çok ses getirip tartışılan yazısında dile ilişkin görüşlerini aktaran Ziya Paşa, Türkçenin sadeleşmesi ve millileşmesi gereğini belirtip bu dönüşüm için yapılması gerekenleri maddeler hâlinde sıralayarak dil milliyetçiliğinin ilk örneklerini de vermiştir. Burada ironik olan nokta Tanzimat aydınlarının bu görüşlerine rağmen çok da sade olmayan bir dil kullanmalarıdır. Pratiğe geçirmemiş olsalar da bahsi geçen yazarlar dilde sadeleşme ve millileşme düşüncesinin tohumlarını atmışlardır.
Türkçülüğün ve dil konusundaki hassasiyetin kendisini hissettirir şekilde etkinlik göstermeye başlaması 1900’lerin başına denk gelmiştir ki bunun da belli başlı sebepleri vardır. Aydıngün ve Aydıngün, Türk milliyetçiliğinin oluşumunda dilin önemini inceledikleri makalelerinde bunun başlıca sebeplerinden biri olarak Rusya’da meydana gelen toplumsal hareketleri gösterirler. 1905 devrimiyle yepyeni bir döneme giren Rusya’da toplumsal hareketin sağlanmasında ve kitlelerin mobilize edilmesinde milliyetçilik ve dil önemli bir etken olmuştur. Rus devrimciler halkın diliyle yayınlar yapıp kendi projelerine halkı da dâhil edebilmişlerdir. Bu durum dönemin Türk milliyetçileri için önemli bir işaret fişeği olmuştur. İkinci bir sebepse Balkanlarda yaşanan gelişmeler ve Türk olmayan ulusların (Müslüman olanlar da dâhil) imparatorluktan kopmalarıdır. Balkan Savaşlarında yaşanan hezimet sonrasında Türklüğe vurgu artmış ve ciddi bir siyasi hareket noktası hâlini almıştır. Bu dönemin sembolü olabilecek şahıslarsa 1911’de “Genç Kalemler” dergisini çıkaran ekipten olan Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin olmuştur.
Daha ziyade ajitatif ve milliyetçi hisleri ön planda tutan öyküleriyle tanınan Ömer Seyfettin, “Genç Kalemler”in popülerliğini ve etkinliğini arttırmakta önemli bir rol üstlenmişse de Türkçülüğün ideolojik yükü bu dönemde Ziya Gökalp’in sırtında olmuştur. Türk olmak için soy değil, dil ve ülkü birliğini ön plana koyan Gökalp’in fikirleri daha sonra Mustafa Kemal’e de ilham olacaktır. Milli Mücadele yıllarında da etkin olan Türkçü ve Türkçeci fikirler esas zaferini ise 1923 sonrasında ilan edecektir. Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar Türklükten ziyade İslamlığa göndermede bulunan “millet”, 1923 sonrasında farklı bir karaktere bürünmeye başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşayan ve ana dilleri Türkçe olmayan bazı Müslüman unsurlar (Laz, Çerkez, Boşnak, Gürcü, Pomak vs.) ve hatta Müslüman olmayan Yahudiler kendilerini Türk olarak tanımlayıp Türkçeyi gündelik dil olarak kullanmalarıyla sorunsuz bir şekilde Türklük dairesine kabul edilmişlerdir. Sorun, nüfusları epeyce kalabalık olan Arap ve Kürt unsurların millete dâhil olmalarında/olamamalarında ortaya çıkmıştır. Çünkü bir millete dâhil olmakta sadece milliyetçi projenin sahibi olan kesimin istekli olması yetmemekte, dâhil edilecek/olacak grubun da belli bir isteklilik göstermesi ve çoğu zaman da kendi özelliklerinden feragat etmesi gerekmektedir. Millet kategorisinin içinin doldurulmasında vatandaşlık temelinin mi, etnik temelin mi belirleyici olacağı bu sebeple son derece önemlidir. Kemalist milliyetçilik devlet üyeliğiyle millet üyeliğini ayırmış ve birinciyi ikinciye bağlı kılmıştır.
Yeni cumhuriyetin temel amaçlarından biri Batılılaşmak ve modernleşmek olmuştur. İşbu sebeple Osmanlı döneminde olmayan standartlaştırılmış dil ve eğitim politikaları geliştirilmiş, toplumun bütünlüğü için aynı dili konuşuyor olmak hayati sayılmıştır. 1927 yılında başlatılan ve öncülüğünü Türk Ocakları’nın yaptığı “Vatandaş Türkçe Konuş!” (buna daha sonra “Çok konuş!” eklemesi de yapılmıştır) kampanyası bu fikirlerin toplumsal alana yansımalarından biridir. Tebaadan millete geçişte dilin etkisini çok önemseyen cumhuriyet kadroları, ancak ortak dil olarak Türkçenin konuşulmasıyla modern anlamda bir uluslaşmanın gerçekleşeceğini öngörmüşlerdir. Bu noktada Kubilay’ın da mezkûr makalesinde belirttiği gibi ana dili ile resmi dilin çakıştırılması çabaları Türkçe dışındaki dillerin bir döneme kadar tümden, sonrasındaysa basın-yayın ve eğitim alanıyla kısıtılı olacak şekilde yasaklanmasına kadar uzanmıştır.
Millet inşasında dil ve tarihe verilen önceliğin bir sonucu olarak Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuş, bu kurumlar aracılığıyla Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi, dilde öztürkçeleşme ve sadeleşme hamleleri yapılmıştır. Batılılaşma hedefinin temel motivasyon olarak öne çıktığı yazı devrimi ise daha Türk Dil Kurumu ortada yokken hızlı bir şekilde tamamlanmıştır. Böylece dili ve tarihiyle ortak, muasır medeniyetler seviyesine çıkma amacıyla ülkü birliği olan, duyguda ve düşüncede homojen; sınıfsız, sömürüsüz, kaynaşmış bir kitle olarak Türk milleti ve Türk kimliği inşa edilmeye çalışılmıştır. Görüldüğü üzere Türk milliyetçiliği özelinde de olsa dilin standartlaşması, ulusal kimliğin oluşumunda ve milliyetçi siyasal projenin toplumsal yaygınlık kazanmasında çok önemli bir role sahip olmuştur.
Sonraki yazıda “Yazı ve Dil Devrimi” konularına da sırasıyla değinerek “Dedelerimizin mezar taşında ne yazdığını” ya da otobüse gerçekten de “çok oturgaçlı götürgeç” dememiz gerekip gerekmediğini tartışalım ki dilin ne Türkiye’de ne de dünyanın herhangi bir yerinde sadece bir iletişim aracı olmadığını, aynı zamanda hem toplum tarafından şekillendirilen ve hem de toplumu şekillendiren kurumsal bir yapı olması sebebiyle üzerinde önemle durulması gereken sosyal bir kurum olduğunun altını kalın çizgilerle çizebilelim.