Na Böyle!

0
361

Kim bilir ne zamandı, bir tiyatroda oyuncu olarak çalışıyorum yine. Zor bir oyun sahnelenecek. Absürd oyun da Allah affetsin hiç sevmem. Neyse roller dağıtıldı. Yönetmen hem güzel bir kurgu yapmaya çalışıyor hem de biz oyuncuları hayalindeki kimliklere oturtmaya uğraşıyor. Oturamıyoruz ki oturtmaya zorluyor bizi. Herkesin karakteri hakkında değişik yönelimler yaratmaya çalışıyor. Kendince oyundaki karakterleri yorumlayarak bizlere rollerimizi anlatıyor. İki kişiye rollerinden söz etti, anlamış veya onaylamış gibi kafalarını salladılar göz bebekleri soru işareti sembolü gibi yanıp söndüğü halde. Sonra bir kız arkadaşımıza döndü, kollarıyla önünde basketbol potası gibi bir daire oluşturarak, parmaklarını uçuca değdirirken dedi ki; “-Sen öyle bir karaktersin ki cinsel organın na böyle! Öyle bir kaşarsın”. Bir sessizlik oldu. Önce sırtımdan aşağı buz taneleri dökülmeye başladı birer birer, kare köşeleri sırtımı parçalar gibi. Doğru mu duydum acaba diye anlamaya çalıştım, diğerlerine baktım birkaç kişi daha anlamaya çalışırken yönetmeni çok iyi tanıyan iki erkek oyuncu kıkır kıkır gülüyorlardı. Bıyık altından değil, biri bıyıklıydı zaten diğeri bebek surat. Bir sonraki oyunda aynı yönetmenin onlara da bu tanımı, baş parmağının tırnağını işaret parmağının ucunda tutup göstererek “-seninki de işte şu kadarcık, öyle de bir iktidarsız muhterissin.”, diyerek tanımlayacağını düşünmeden neşelilerdi. Bu kadar saçma sapan bir tanım daha duymamıştım. 

O zamana kadar karakter incelemesi için o kadar değişik analizler, tanımlar yapmıştım, duymuştum, okumuştum ama böylesi… Şaşırtıcı derecede hödükçeydi. Bambaşka tanımlarla oluşabilirdi bu yönlendirme. Karakter de söylendiği gibi değil aslında, en saçma yorumu bu olabilirdi. Ama yönetmen ne derse o olurlardan yola çıkarak kızcağız da hem anlamaya hem denemeye çalıştı “…na böyle” yi… Olmadı tabii. Kızcağızın ağzındaki acı tadı, her gün daha çok gördük gözünden fışkırırken. O mutsuzlukla bir tip mi karakter mi ne idüğü belirsiz bir kimlik yarattı ama olduğu kadar işte. Oyun da zaten pek başarılı olamadı. Kimse yönetmenin arzuladığı yere oturmadı, kısa süre sonra oyun tedavülden kalktı. 

Özellikle kadınların aşağılanma serüveni belli bir zümreye, dine, psikolojiye, sisteme ait değil. Her yerde. Me too hareketinde gördüklerimizden gözlerimiz kanadı da bizde bu hareket yürümez deyip herkes yine içine kapandı. Çünkü bu hareket bizde hakikaten yürümez. Kadınların pozitif ayrıcalıklı olduğu sanılan pek çok meslek grubunda evet kadınlar yine ayrıcalıklı ama pozitif değil. Bir kadını yaşıyla, cinselliğiyle, işiyle, çocuklu-çocuksuz oluşuyla, şişmanlığı ya da zayıflığıyla aşağılamanın dayanılmaz meşruluğu hepimiz için nasıl da doğal. Bu ve bunun gibi o kadar çok örnek var ki. Daha geçtiğimiz hafta demedi mi çok sevilen “-ay ne güldürür o pek alemdir.”, denen meşhur adam kızcağızın birine “-Ben her elimi değdirdiğimi meşhur ettim, bi sana değdiremedim.”, diye? Kızcağız ne yapacağını şaşırdı onca davetlinin önünde. Çok var bunlardan aleni ya da gizli. Size bir ara hepsini anlatacağım.

 Çok sevilen, saygı duyulan, ne harika bir ruhu ve zihni olduğu sanılan o kadar çok insan var ki etrafımızda aslında bambaşka çizilmiş olan. Televizyonda ya da filmde gördüğümüz, oynadığı kimlikten dolayı sevdiklerimiz. Solcu bıyığı, yeşil sırt çantası, kareli gömleği, asker botları, kanvas pantolonu, yağlı uzunca saçları, elinde kitaplarıyla kendisini bize o formatta yutturan, ya da benzeri. İşte siz anladınız formatların çağrışım alanlarını. Buradan bakınca politikacıların birbirlerine kondurdukları hiç şaşırtmıyor. Birbirlerini hayvandan aşağı olarak yorumlamaları, provokasyon çocukluğu ile taltiflendirmeleri ve benzeri. Bütün kurumların içi boşaldı, insanların da. 

Mesleklerin ruhunun olduğu eski zamanlarda değiliz. Kaldı ki eski zamanlar için de söylenceler çoktur. Shakespeare muadili yazarlardan Christopher Marlowe’un hayatını, nasıl öldüğünü araştırın bak. Yazı uzamasın, Sinan ‘3 sayfayı geçme’ dediydi. Yalnız Marlowe da değil. Bar kavgalarında öldürülen sahne adamı hiç de az değildir. Oysa ki yarattıklarından ötürü son derece zarif bir ruha sahip olduğuna inandığımız çoğu ressam, şair, kızdığı bir adamın sırtını ısıran Dünya’nın en zarif bestelerini yaratmış Ay Işığı Sonatı’nın yaratıcısı L.V.Beethoven gibi bir çok besteci, dansçı, yazar daha kimler kimler. 

Ruhu olduğuna inandığımız çoğu mesleğin içinin boşalmışlığını tiyatro camiasında yakından görüp aşırı kırılanlarımız bir grup oluştursak, Dünya’nın çevresini iki kere dönebiliriz. Terziler, derdi büyük teyzem, kumaşla modelinin uyumunu kumaşı gördüğü anda anlar. Kumaş uymazsa istediğin modeli dik güzel durmaz, bu yüzden de iyi bir terzi her kumaşı herkese dikmez. Bu bünye ne profesörlerle çalıştı kimlik bunalımıyla kim ve ne olduğunu çözemeyen. Eğitim önce ruhu kavramalı. Eğer kendi mesleğimizi seçebilme lüksüne sahip insanlarsak dünyanın en şanslılarındanız. Bu şansı daha sonra mesleğin içini boşaltarak elimizle boğmamız ayrı bir insanlık suçu. Para kazanılmayan meslekler çok tabii. 

Dünya üzerinde ben hiçbir tiyatrocunun harika paralar kazandığını görmedim duymadım. Ama bu durum mesleğin suçu değil. Bir zaman sonra hayatına, kendisine, istemeden yaşadıklarına duyduğu öfkeyi mesleğine yönlendiren insanlarla sistem iyice kendisini buluyor. Sigara sarısı dişleriyle gülen bir canavara dönüşen sistem mutsuzlukla besleniyor. Okulu bitirip mesleğe başladıktan sonra kaçımız işimizle sistem arasına sıkışıp kalmıyoruz? Yapmak istediğimiz işle yapılan iş arasındaki aşırı uçurumun hangi tarafında kalacağımıza karar vermek bile meslek seçimi kadar zor. Ben Üniversitede çalışırken jüri görevindeyken sağdan soldan gelen “-Bizim eltinin dayısının oğlu sizin bölümün sınavına giriyor, nasıl yetenekli fırlama, adını vereyim mi?”ler havada uçuşurken, eltinin dayı oğlunun adını istemediğiniz için dışlana dışlana kapının önüne kadar yolunuz düştüğünde kendinizle gurur duyan bir işsize evrilmek hiç de düşlediğiniz bir kariyer olmasa gerek. Gruplaşmalardan birini seçmek zorundasınızdır. Yoksa iki taraf da sizi istemez çünkü üçüncü bir grup oluşturacağınızdan ürker. Şimdiye kadar tek alternatifli muhalefetiyle uyum içindedir. Mesleğinin güzel ve hayal ettiği yanlarını kar-zarar hanesiyle ölçmeye başladığında profesyonel olduğu söylenmeye başlar kendisine. Bir Kemal Sunal filmine güldüğü kadar kendisinin farkında değildir. Oysa filmde gördüğü komik sayılan ögelerin hepsini uygulamaya başlamıştır profesyonel olduğunda. İşini aşkla sevmenin işinin hırsına kendini kaptırmak olduğunu hiç farketmez rakipleri kendisini kışkırttıkça. 

Annem diyor ki, bizim tanıdığımız politikacılar şimdiki diyalogları görseler fücceten ölürlerdi, o derece kibar, saygılı, rakiplerinin iyi taraflarını övebilen, kendilerine yöneltilen eleştirileri vakarla karşılayan kişilerdi. 

Antik Yunan dönem sahnelerindeki izleyicilerin ön koltukları politikacılar içindi ama bizdeki protokol gibi değil. Özellikle siyasi taşlamaları en önden izleyip, işlerinde, yönetimlerinde düzenlemeler, düzeltmeler yapabilmeleri için. Çünkü tiyatroda kendilerini en iyi eleştirmenlerden dinliyorlardı. Uzunca bir dönem Tiyatro sanatı felsefenin bir kolu gibi. Daha doğrusu pek çok pozitif bilimin sözcüsü gibi. Her adımıyla toplumları, yönetimlerini ve bireylerini doğruya yönlendiren bir sözcü. 

Mesleklerin içi boşaldı evet. Buradan da başlamalı. İnsanın alışkanlık süresini belirleyen bilim adamları diyor ki 21 günde her türlü bağımlılığınızdan kurtulmaya başlarsınız. 21… Her gün işini yaparken işinin en rezil yanıyla haşır neşir olan kişinin 21 gün sonra karakterinin o rezilliğe dönüşebileceği gibi. İşlerimiz içimizi boşaltırken, içi boşalmış içlerimiz mesleklerimizin ruhunu çalıyor. Gazeteci yerine tetikçi olabiliyor kişi ve bu yönüyle her ortamın düzenine etki edebiliyor. Yalancı şahit oluyor, yeri geliyor, kışkırtıyor ama hep bozuyor. Ruhu çalınmış çünkü. Bunlarla uyum içerisinde çalışan her birimizin de ruhu çürümeye başlıyor. Ortamda kendini sağlıklı tutabilmenin zorluğuyla da boğuşmaya başlıyor bir süre sonra. Ona buna garip laflar yetiştirmeye başlıyor çünkü şoklarla algılayan topluma anlatımda nahiflik tuzağına düşmemeye çalışıyor. Mesleki deformasyonu göğsünde yumuşattığı bir pas gibi gole çevirmeye çalışıyor. Başarırsa gizli bir mutluluk yaşıyor hem bıyık altından da değil bayaa üstünden. Eğer “…na böyle!” olabilmişse de mesleğinde büyük başarı kazandığını düşünerek zafer yaşıyor. İşte na böyle.

Fotoğraf: Kyle Head/unsplash.com