Tüm yapıların paydaşlarına bakış açısı değişim değil, dönüşüm geçirmek zorunda. Özellikle bugüne dek tüketici olarak tanımlanan müşterinin, aslında bir üretici olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bunu kendisini tüketici sananlar da yapmalı.
Kapıdan giren de kim?
On yıllardır tüketim bize hep bir trans hali olarak anlatıldı. Neredeyse, çeşitli mal ve hizmet ihtiyaçlarını karşılama sürecine giren insanın bu eylemi sırasında başkalaşım geçirerek farklı bir canlı türüne dönüştüğüne inandırıldık.
Tüketimin tasarımı da buna göre şekillendi. Tüm duyulara hitap eden mekanlar ve objeler ile tüketim deneyimi uyanıkken görülen bir rüya haline getirildi. Market raflarından, bir AVM’de yürüyen merdivenin nerede olacağına kadar her unsur, insanın yaşamını kolaylaştırma anlayışından çok, neredeyse bir süt çiftliğini yönetim ilkelerine göre belirlendi. Bunu görmeli, buradan geçmeli, şunu duymalı, şu kokuyu almalı…
Peki bu yaklaşım başarılı oldu mu? Ne yazık ki büyük ölçüde evet. Bu öylesine bir tasarımdı ki, insanın kendisi dahi bu tüketim transına – büyük ölçüde istekli – bir giriş yapıyordu. İnsan, ihtiyaçlarını karşılamak gibi çok sıradan bir eylemi “tüketici” kimliğine sahip olduğu ayrıcalıklı bir durum olarak keyifle kabul etti. Her birey için tüketici olmak, yaşamı içinde belki hiçbir alanda sahip olamayacağı bir dokunulmazlık alanı haline geldi. Tüketici olmak, birey için yaşamındaki en büyük sorumsuzluk kesiti oldu.
Bir sinema filminin sekansı gibi, tüketim süreci, bireye atadığı tüketici ve müşteri rolleri ile bu rolü kabul eden bireyin üretkenlik kimliğini elinden alarak, ona öğretilen senaryoyu dikte ediyor. Senaryo rasyonel düşüncenin bir kenara bırakıldığı Leyla ile Mecnun hikayesi gibi; aktörlerin sözleri de belli “ticarette en önemli kural, satılacak şeyin işe yaraması değil, aranan mal olmasıdır” (Pitirgrelli) “birinci kural müşteri daima haklıdır, ikinci kural, müşterinin haksız olduğu durumlarda birinci kural geçerlidir” (Morehouse), “müşteri anlamak zorunda değildir, müşteri müşteridir” (Crosby), “müşteriler çoğunlukla siz onlara gösterene kadar ne istediklerini bilmiyorlar” (Jobs)… Müşteri ve tüketici ile ilgili sözler böyle uzayıp gidiyor.
Şimdi aynı tüketiciden, sorumlu davranmasını, yararlıyı seçmesini, haksız taleplerini kontrol etmesini, anlamasını ve ne istediğini bilmesini istiyoruz.
Oysa her bireyin – kendisi üretici iken – sorumlu, yararlı, kontrollü ve bilinçli olduğunu düşünebiliriz. Üretici birey, üretimi için gerekli fikri ve nesnel alışverişini yaparken, oldukça rasyonel davranmakta ve akıl dışı talepleri reddetmektedir.
Bin yıllardır öncelikle üretici olan bireyin, yaşamının önemli bir bölümünde, nasıl tüketici gibi bir kimliğe hapsedildiğini incelememiz gerekiyor. Bu arada sadece hapsedilmediğini, yapay kuşak tanımlamaları ile farklı koğuşlara tıkıldığını da unutmamak gerekiyor. Her kuşağın etkileyici kimlikleri (influencer) aynı zamanda bu koğuşların koğuş ağası konumuna da atanmış durumda.
Role ara verme zamanı
Bugün geldiğimiz noktada, bireyin üretici kimliğine geri dönmesi kaçınılmaz bir durum. Birey, yapay olarak birbirinden ayrıştırılmış üretim ve tüketim fabrikalarının ikisinde de “üretici” olduğunu unutmadan hareket etmek zorunda. Her iki fabrikada da aynı sorumluluk ve aynı rasyonalite ile kararlarını almalı ve gelecek için doğru olanı yapmak isteğinde olmalı.
Özellikle son iki yüzyıllık döneme gelene kadar, her bireyin – bilinçli veya bilinçsiz olarak – insanlığın ortak geleceği için ürettiğini ve ortak bir çaba içinde olduğunu söyleyebiliriz. Elbette ki “her birey” ve “ortak gelecek” ifadeleri oldukça iddialı. Ancak ortak bilincin fazlasıyla gelişmemiş olduğu dönemleri, bu bilincin yokluğu üzerinden eleştirmek de çok doğru olmayacaktır.
Bugün, insanlığın ve gezegenin her açıdan olumlu ortak geleceği bilincinin – farklı yaklaşımlar olmakla birlikte – teorik olarak var olduğu, pratikte ise yaygınlaştığı bir dönemdeyiz. Ancak ilerlemeyi, özellikle son iki yüzyılın çarpık eski kavramlarına sıkı sıkıya bağlı kalarak sağlamamız mümkün değil. Bütün kavramlarımızı eleştirmeli ve yeni baştan ele almak zorundayız. Bunlar arasında, hiçbir sosyal vasfı olmayan ve son derece pasif, ama bir o kadar da zararlı “müşteri” ve “tüketici” kavramları da yer alıyor.
Kapitalizmin ürettiği, sosyal zekadan yoksun ve felsefi düşünce fakiri pazarlama gurularının hastalıklı tanımlamaları ile niteliksizleştirdiği alışveriş ortamı ve aktörlerine değin kavramlarını değiştirmemiz gerekiyor. Bu pek kolay bir yolculuk değil. Burada, Ionna Kuçuradi’nin “Kavramlar kimileyin tehlikeli olabiliyor. Peki ne zaman tehlikeli oluyor dersiniz? İçeriği bulanık olduğu halde ve herkes bu kavramı bildiğini sanınca” sözü geliyor akla.
Özü itibarı ile üretici olan bireyin, bugüne değin ihtiyaçlarımızı karşılamaktan son derece uzak olan tüketici ve müşteri rollerinin gerektirdiği kimlikten kurtulması gerekiyor. Artık tüm bir tüketim anlayışımızı ve eylemini iki üretici arasındaki rasyonel bir mübadele olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.
Tek üretici insan da değil!
Diğer yandan, gezegendeki tek üreticinin insan olmadığını da hesaba katmalıyız. Belki inancımıza veya ideolojimize göre bilinçli tek üreticinin insan olduğunu düşünebiliriz. Ancak gezegenin tüm unsurlarının sürekli bir üretim ve yenilenme süreci içinde olduğunu da kabul etmek gerekiyor.
İnsanlık olarak, halen var olmamızı sağlayan, başta enerji olmak üzere çoğu üretimin gezegen tarafından gerçekleştirildiğini, bizim ise teknoloji (yani zanaat bilimi) bilgimiz ile, sadece dönüştürücü bir rolümüz olduğunu bilmekte yarar var. Bu anlayış, insan ile birlikte gezegenin de üretici olduğunu fark etmemize ve tıpkı yukarıda bahsettiğimiz gibi, gezegen ile ilişkilerimizi de aynı sorumluluk ve rasyonalite ile ele almamıza olanak sağlayacaktır.
İnsanlığın topyekün içinde bulunduğu histeriden kurtulması gerekiyor. Çok sıradan olduğunu düşündüğümüz ve mübadele ana kavramı altındaki tüketim, üretici, tüketici ve müşteri kavramlarında dahi felsefi bir eleştiriye ihtiyacımız var.
Kojin Karatani, dünya tarihini mübadelenin tarihi üzerinden açıklarken dört tip mübadeleden bahsediyor. A Tipi olarak adlandırdığı karşılıklı armağanlaşmaya dayalı dönemi, B Tipi yönetim ve himayeyi içeren dönem, bunları ise C Tipi meta mübadelesinden oluşan dönem takip ediyor. D Tipi dönemi ise bu üç dönemin aşılması olarak kavramsallaştırıyor.
İçinde bulunduğumuz, insan dahil her şeyin metalaştırıldığı, meta mübadelesi döneminden ve tüm kavramlarından kurtulmamızın zamanı gelmiştir diye düşünüyorum.