Erkin Koray‘ı canlı canlı ilk dinlediğim günü unutmam çok zor. Ankara’da bir spor salonunda (sanırım Cebeci’deki Siyasal Bilgiler salonuydu) binden fazla gencecik insan toplanmıştık. Karşımızda diz boyunda bir platformun üzerinden bir büyük 77 tuşlu klavye ve bir gitar vardı sadece. Yıllardır sesi soluğu çıkmamış Erkin Baba birazdan o daracık ve uyduruk platformun üzerine çıkacak ve müziğini yapacaktı. Ne ışıklar söndü, ne de bir taktim oldu. Erkin Koray, boyun askılı ve kalın camlı gözlükleri ile o platforma bir adımda zıplayıp gitarını eline aldı ve “Merhaba gençler” diyerek çalmaya başladı. Karşımızda aynı anda hem klavye hem gitar çalan, diğer yandan da şarkı söyleyen biri vardı. O güne kadar gördüğümüz her şeyden farklı, bambaşka bir şeydi bu. Müzikle az çok uğraşmış olanlar bilir ki bir enstrümanı çalarken şarkı söylemek başlı başına zor bir iştir. Bunu aynı anda birbirinden tamamen alakasız iki enstrümanı çalarken yapmak bambaşka ve her babayiğidin yapamayacağı bir iştir.
O dönemlerde Erkin Koray’ın bu tek başına çıktığı konserlere “Tek Başına Konser” denirdi. Tıpkı şarkıda olduğu gibiydi her şey; kim olursa olsun ve ne isterse yapmış olsun, “O” da bu dünyada tek başınaydı. Tek başına binleri zapt etmeye gelmişti ve bunu tüm yalnızlığına rağmen ve yalnızlığını da hiç umursuyormuş gibi gözükmeden başarıyordu.
O gün, Erkin Koray sahnede tek başına fırtına gibi esmiş, önündeki klavyeye, boynundaki gitara ve tüm seyirciye hükmederek konseri bitirmişti. Hayatımda bu konserden sonra bu kadar karmaşık duygular yaşadığım başka bir konser hatırlamıyorum. Bir taraftan coşkuyla dilime takılmış “E bu mendili icat edene ne ne yağlıca yağ yağ, Yağ yağ ah gıdı gıdı meh meh” sözü, diğer yanda içime çökmüş koca bir hüzün ile çıkmıştım o salondan. O günden sonra her Erkin Koray dinlediğimde içimde bir yerlerde o hüzün oldu hep.
Bu belki de Erkin Koray’ın kendi seçimiydi. Çünkü, her zaman yeraltında kalmayı tercih eden o olmuştu. Daha ülkede rock müzik denen şey doğmamışken rock müzik yapmakla kalmamış, Türkiye’de rock müzik yapılacaksa onun kendi blues’u da olmalı diye düşünüp Türk usulü rock’ın köklerinin bağlanacağı blues’u aramaya başlayan ilk kişi de olmuştu. Bu arayışında onunla beraber bu arayışa katılan grubun ismi de zaten Yeraltı Dörtlüsü değil miydi? Onun bu arayışına daha sonra bir çok müzisyen katıldı. Moğollar, Barış Manço, Cem Karaca, Kurtalan Ekspres, Fikret Kızılok, Ersen ve Dadaşlar, 3 Hürel ve niceleri Erkin Koray’ın peşi sıra Anadolu’nun bağrında aynı arayışı devam ettirdi.
Aslında tüm bu isimler, tıpkı tüm Rus romancılarının Gogol’un paltosundan çıkması gibi Erkin Koray’ın deri ceketinden çıkmıştır. Onlar bu arayışın peşinde giderken Erkin Koray çoktan yeni bir arayışa başlamıştır bile. Bu sefer doğu müziği ile rock’ı sentezlemek için bir yola çıkar. Öyle bir yoldur ki bu The Beatles’den Rolling Stones’a, The Doors’dan Led Zeppelin’e kadar rock müziğin tüm devlerinin yenilik arayışlarının uğradığı bir yoldur bu. Erkin Koray bu yolda yürürken benzer arayışlarda olan John Lennon’un sofrasına oturacak, ona Mesafeler’i dinletecektir. Lennon şarkıyı dinledikten sonra Erkin Koray’a şarkıyı İngilizce sözlerle kaydetmeyi teklif eder ama Erkin Koray bunu kabul etmeyip ülkeye dönmeyi seçecektir.
Bu ortak arayış sonunda John Lennon, George Harrison, Jimmy Page gibi büyük isimlerin yolunu Hindistan’a çıkartır ama Erkin Koray burada da bambaşka bir yol açıp onlardan çok farklı bir yere ulaşır. Önce Elektronik Türküler ile İç Anadolu’nun bozkırlarında dolaşıp saykodelik türküleri ile doğuyu Anadolu’nun bağrında bulup herkesten ötede yeni bir kulvar açar. Ancak, bu Erkin Koray’a tabii ki yeterli gelmez.
Anadolu Rock, Barış Manço ile şehirli orta sınıfa, Cem Karaca ile ise fabrikalarda ter akıtan işçilere ulaştı. Erkin Koray ise hem o orta sınıfın hem de işçilerin bir araya geldiği kenar mahallelerin diliyle konuştu. Arabesk, Erkin Koray’ın müziğine dahil olmuştur artık. Barış Manço’nun menkıbelerle süslü didaktik şarkıları ve Cem Karaca’nın isyanı ile gününü geçirmiş gettolardaki işçiler, memurlar, öğrenciler, esnaf ve tekmili birden tüm ahali gece olunca küçük mahallenin izbe meyhanesi ya da birahanesinde hep beraber Erkin Koray’ın şarkıları ve içkinin buharı ile yüklerinden sıyrılıyor, meyhane kapanırken tüm bu ahali bir o yana bir bu yana yata yata ters yollardan evlerinin yollarını tutuyordu.
Erkin Koray’ın Türk usulü blues arayışı işte bu meyhane kapısında tamamlanır, tam da blues’un gerçek memleketinde olduğu gibi. Çünkü blues her zaman insanın dertlerini anlatmasının yoludur ve o dertlerden gece bir bar ya da dans salonunda blues dinleyip dans ederek arınılır. Ancak, bu dertler o kadar didaktik ne de o kadar beynelmileldir. Ya aşıksındır, ya fakir. O yüzden, arkası gelmez dertlerinden bıkmış ve kendisine kaderin bir gün gülmesini hayal eden ama böyle gelmiş ve böyle gideceğinden emin insanların sesi olur Erkin Koray. Türk usulü blues’una arabesk bir yoldan ulaşır. Ulaştığı yerde herkesin üstüne teoriler anlattığı, kurtarmak için devrimler planladığı, her gün sokakta yanından geçtiğimiz, otobüs ve dolmuşta beraber yolculuk ettiğimiz ama yüzlerini hiç hatırlayamadığımız insanlar vardır.
Erkin Koray, 80’ler ve 90’larda ise başlattığı yoldan yürüyerek rock ve metal müzik yapan gencecik insanlar ile küçük barlar, küçük konser salonlarında görünmekten hiç çekinmez. Onlarla beraber gümbür gümbür hard rock ve heavy metal yapar. İşte bu yeni kuşak, elektrogitarı bu ülkede ilk kez kullanan, sazı elektrikle tanıştıran insanın nasıl büyük bir gitarist olduğunu, neden zamanında Türk Hendrix’i dendiğini keşfeder. O dönemde çıkan Mezarlık Gülleri, Akrebin Gözleri, Krallar ile Erkin Koray’ın bambaşka ve arabesk rock döneminde unutulan yüzü hatırlanır. Erkin Koray’ın yeniden doğuşu olur bu dönem. Toplumun ve kendisinin tüm savruluşlarına rağmen müziğine tutunan gençler ile var olmaya devam eder.
Erkin Koray, hayatı boyunca bir devrim aramadı. Ursula Le Guin’in Mülksüzler ‘de yazdığı gibi ne bir devrim satın almaya çalıştı ne de bir devrim yapmaya. Kendisi devrimin ta kendisiydi. Belki de bu toplumun Shevek’iydi. Onu benimsemiş ve sahiplenmiş topluluğu hiç umursamadan Shevek’in Urras’a yolculuğu gibi vakti gelince soldan sağa, sağdan tekrar sola yolculuk yapmaktan çekinmedi. “Sağdan soldan estarabim” diyebildiği için, hayatı boyunca ne o’cusu ne de bu’cusu tarafından benimsenemedi ancak onu benimsemeyenler bile varlığını inkar edemedi. Benimsenmek pek de umurunda değildi gerçi. Zira, “Estarabim ne demektir?” diye sorulduğunda “Estarabim’in tercümesini hiç kimseden istemiyorum, çünkü o kelimeyi ben yarattım. Bırakın İngilizceye, Türkçeye tercümesi iş açar başımıza! Dansözlere, demokratlara, satılıklara, ülkesini satanlara kadar varır ucu, çıkamayız işin içinden” diyebilecek kadar ne yaptığını, ne olduğunu ve kimlerin ne olmadığını bilecek ve neden ve ne zaman reddedileceğinin farkındaydı.
Erkin Koray, bugün artık unutulan, hatta hala unutturulmak için çaba harcanmaya devam edilen, bir dönemin bizdeki ilk tohumuydu. Hayatının her döneminde bir şekilde kendi doğrularına göre yaşadı. Otoriteyle hep sorunlu oldu. Yeri geldi kızını okula göndermediği için yerden yere vuruldu, yeri geldi “ulusalcı, faşist” denilerek zamanında kendisini yere göğe koyamayanlar tarafından yok sayıldı. Şimdi bu satırları okuyanlar içinde “Ama Barışa Rock’a katılmak yerine gitti Rock’n Coke’a katıldı.” diyenler olacaktır mutlaka duvarlarındaki bir panoya asılmış eski biletler içindeki Rock’n Coke biletine bakarak. İşte Erkin Koray’ın eyvallahı olmadığı şey de hep içimizdeki bu görünmez müesses nizam, o görünmez ve içimize işlemiş otorite oldu zaten.
Erkin Koray’ın parayla ve sistemle sürekli sorunları vardı. Telif gelirlerini alma konusunda uzunca süre sorunlar yaşadı. Başka bir ülkede yaşıyor olsaydı muhtemelen elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan yaşayabilecekken burada yeri geldi barlarda tek başına sahneye çıkıp hayatını idame ettirmeye çalıştı. Yine de bildiğinden hiç bir zaman şaşmadı. Bildiğinin ne kadar “doğru” ya da “yanlış” olduğunu da pek umursamadı. Zira, doğru ve yanlışın ne kadar göreceli olduğunu biliyordu.
Kavgası o kadar derindi ki, yeri geldiğinde onu yarı yolda bırakan gitarının teline bile gönül koyabilecek kadar kendi şahsına münhasır bir kişilikti. 60’ların sonundaki grubu “Ter” ile çıktığı 15.000 kişilik olduğu söylenen konserde gitarının teli konser ortasında kopunca gitarına küsüp sahneyi dönmemecesine terk edecektir. Bu Ter‘in de son kez bir araya gelişi olur. Ter grubunu kuran ve grubunda o gün sahnede bas gitarları çalan kişiyi ise bizim yıllar sonra bir başka gurubun “Ö” harfi olarak tanıyacağımız Özkan Uğur‘dan başkası değildir.
“Hötörö David Bowie” diye manşet atılan ülkede tıpkı David Bowie gibi yüzünü boyayarak çektirdiği fotoğrafını “Fesupanallah“ın kapağına koyacak kadar cesaretliydi. Muhtemelen İngiltere ya da ABD gibi bir ülkede yaşıyor olsaydı bugün ezbere saydığımız büyük rock idollerinden biri olacaktı. Daha 1966’da yaptığı şarkısı “Bir Eylül Akşamı” yıllar sonra bir rock klasiği Paint It Black‘e ilhan olacak kadar farklı bir bakışı vardı müziğe. Nazilli’de, daha 1974’de, 20 dakikayı geçecek ve Black Sabbath’a rahmet okutacak sertlikte Mesafeler çalacak kadar da çılgın oldu hep. Ancak, sahip olduğu beyaz Gibson SG’ye gitarı üreten firmanın gösterdiği önemi bir koca bir toplum olarak o gitarın sahibine göstermedik. Zira, hep bir bahanemiz vardı. Ya fazla marjinaldi, ya da fazlı “sağcı”.
Biz, onu bizim müesses nizamımıza uyduğu sürece çok sevdik, uymayınca da unutup yok saymaya çalıştık. Erkin Koray ise hiç bir zaman bir müesses nizamın parçası olmadı. Biz zamanla bir yerlere savrulduk toplumun rüzgarı ile. O ise hep bu savruluşların dışında kendi rüzgarının götürdüğü yere doğru savrulmayı tercih etti. 60’ların başında yerin altında kalmayı seçmişti, ölünceye kadar da orada kaldı. Bize Anadolu rock gibi, bence dünya rock tarihi içinde de gereği kadar önem görmeyen ama aslında çok özel ve müstesna bir türü hediye edendi. Onunla beraber bu türün temelini atan Cem Karaca, Barış Manço’dan sonra mahşerin üç atlısından bizimle kalan son kişiydi. Ölümüyle mahşerin üç atlısından kimse kalmadı bu dünyada.
Hayat katarının ta en arka vagonunda yolcuydu, deli gibi gidiyordu katarın gittiği yere doğru. Seninle bir olalım kurtulalım atalım bu bitmez öfkeden gel kurtar beni dedi ama biz pek oralı olmadık. O yüzdendir ki Anadolu’nun bir kasabasında, bir sinemanın sahnesindeki 3 kişinin estirdiği rüzgarı arıyoruz hala. O zaman, asıl sormamayı tercih ettiğimiz soruyu soralım yazının sonunda. Peki kim savrulmuş asıl bu rüzgarda?
Mezarının bekçisi hep güller olsun…