Psikanalist Yolanda Gampel toplumsalın acısından bahsederken ( Y. Gampel, Uluslararası Psikanaliz Yıllığı, 2021) beni okuduğumda çok etkileyen bir metafor kullanarak dış dünyadaki toplumsal ve politik şiddeti “radyoaktif” olarak betimlemiştir.
Radyoaktif sızıntı, radyoaktif madde dediğimiz her an, özellikle Çernobil faciasını yaşayan bizler ya da en azından dizi sayesinde durumdan haberdar olan yeni nesiller için, bilinç altımızda, hatta aklımızda yani gayet bilinçli olarak da hissettiğimiz ona yakalanma korkusu, ondan kaçma isteğidir. Kim ne derse desin, ne kadar cesur olursa olsun, kimse radyoaktif bir maruziyeti yaşamak istemez. Bu renksiz, kokusuz, kütlesiz şey kapalı kapıymış on kat duvarmış dinlemez, onun için fark etmez bile. O sızar…Yalnızca sızar.
Ulaştığı bedeni sarar, yavaş yavaş dönüştürür. Kendi bildiği usullerle kendi bedenini yaratır. Ucube, yitirilmiş, eklenmiş, çıkarılmış, bölünmüş bir beden ortaya koyar. Sakatlar, sakat bırakır. Sizin bedeninizle işi bittiğinde, siz de tanımasınız sizi. Üstüne üstlük özensiz de çalışır. Bir atık olarak kalacak olan sizin için ne diye uğraşsın. Kimi zaman hızlıca, kimi zaman yavaşça ilerler. Girer, sarar, hücrelere kadar vararak posanızı çıkarır.
Bu açıdan Gampel’in kullandığı radyoaktif benzetmesi anında aklıma sızıntıyı ve maruziyeti ve neticesinde uğrayacağım deformasyonu getirdi. Korktum, bu kadar sinsilik bu kadar yayılabilme ihtimalinin karşısında korktum. Beş duyumun hissetmediği ama bedenimi ele geçirecek şey karşısında ben ne yapabilirim ki çaresizliği de geldi üzerime. Kaçsan kaçamıyorsun işte, uğursuzluk gibi peşinde. Aslında peşinde de değil sen onun içindesin.
İşte tam burada şiddetin her türlüsünün ister toplumsal ister devlet tarafından meydana getirilmiş olsun, yarattığı etkiler de bir radyoaktif sızıntı. Gösterilen, yaşatılan ve yaşanan şiddetin etkilerinin renksiz, kokusuz, hacimsiz olarak bizlerin içine sızması, yerleşmesi, en derinimize ruhsallığımıza hücum etmesi, oradan dışarı doğru süzülüp, bilirsiniz biri radyoaktif sızıntı ile kaplanırsa o da artık radyoaktif madde gibi tehlikelidir, o da dışarı radyoaktif maddeyi vermektedir artık, toplumsal alanda benim üzerimden etrafa saçılmaya devam eder.
Bizim üzerimizde de şiddetin sızıntısı, radyoaktif madde gibi davranır. Bedensel ve ruhsal deformasyonu, toplumsal bağlamda bozulmaları meydana getirir. Beni ve bizi yeniden yazmaya ve üretmeye kalkışır. İnsanın insana yaptıklarının gerçeği sızıntının kaynağı olan ana reaktördür. Ve buradan yayılan uyarı anonsu kulaklarımıza şöyle seslenir: kimse güvende değil.
Yine Gampel’in dediği gibi ( Y. Gampel, Uluslararası Psikanaliz Yıllığı, 2021) yalnızca bir ulus ya da bölgeye ait olduğumuz için, bir toplumda ve bu dünyada yaşadığımız için edilgin alıcılar ileticiler olabiliriz. Bir çeşit radyoaktif iletim olarak insanın varoluş ve aidiyet alanlarını sarabilir.
Radyoaktif patlamalar gibi şiddet patlamaları altında yaşayan birçok ülkeyiz, hatta dünyanın geneli böyle. Her an bir yerlerde bir şiddet patlaması yaşanıyor. Bu patlamalar o kadar etkiye sahip oluyor ki zamanı öncesi ve sonrası olarak kırabiliyor. Bir nevi acının üretim reaktörü. Büyük bir enerji ile üretilen acı. Ve patlamaların eşliğinde anons duyuluyor: kimse güvende değil.
Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’de: “Ya ben? Hem acı çekiyor hem yaşamıyorum. Denklemin bilinmeyeni benim. Her şeyin başını sonunu kaybedip sonuçta adını bile yitiren bir hayaletim” diye yazar.
Diğer insanların diğer insanlara, bazı insanların tüm canlılara hatta arada cansızlara da açtığı savaşlar, uyguladığı şiddet, içinde rakipsiz bir yok edicilik barındırır. Eylemlerin her türlüsünde ortaya çıkan yok edicilik toplumsal zemini de yok eder. Verdiği acıda öylesine bir çarpışma yaratır ki çarpışmanın yarattığı savruluşta ani ve şok edici bir kopuş yaşanır. Eylemler öylesine fütursuz ve saygısızdır ki tüm sınırlar bir anda ihlal edilir. Tıpkı nükleer patlama gibi. Bir şok dalgası nasıl ki ne kütle ne hacim ne sınır tanır, 360 derece ne varsa toz eder, şiddet de öyledir.
Karşılaşılan şiddet, cinayet, işkence insanı tehdit, korku içinde bırakır. Tehdit ve korku arasında yalnız kalan insan yabancılaşır. Ruhu ve bedeni değişir. Anlayışı, kavrayışı, kendini temsili, ötekinin ayırdına varması kesintiye uğrar. Bu durum devam ederse, kişi Dostoyevski’nin yazdığı gibi “adını bile yitiren bir hayalet” olur. İnşa edilen üst yapılar, zemin onları artık taşıyamadığı için çatırdamaya başlar. Aile, iş, toplumsal çatılar sallanıyordur.
Bir şeyler oluyorken, uzun süredir devam ediyorken üstüne bir de işler daha da kötüye gitme olasılığını gösteriyorken insanın kendisine neler olduğunu anlayacak fırsatı bile olmaz, zaten sormak bile aklına gelmez. Sızıntıya maruz kalmıştır. Sessiz ve derinden, içerlerde ilerliyordur ta ki deformasyonlar saklanamayacak şekil ve boyutlara gelene kadar.
Tüm eskiler, tüm geçmişler, tüm ölümler, tüm yaslar da özel veya toplumsal olsun derinlerden ortaya çıkmaya başlar.
Yayılan bir tekinsizlik hissinde artık evde bile evimizde hissetmeyiz. Şiddetin sızıntısı her yere ulaşmıştır.
İyiye, güvene yönelik taahhüdü arayan insan, artık bugünü için acıma dileyen, bugün de hayatta kalmayı umut eden, belirsizlikten ve şaşkınlıktan baka kalan, radyoaktif sızıntının yarattığı bedensel ve zihinsel deformasyon ile hareket etmeye çalışan, birini, birbirini arayan olmuştur.
Kapak Görseli: Hailey Kean/ Unsplash