Günlük hayatta sıkça kullandığımız, kullanırken çoğu zaman anlamı ya da tanımı üzerine pek de kafa yormadığımız bazı kavramlar netamelidir, iletişim kavramı da bunlardan biri. Aslında çok basit değil mi? İletişim işte, yani ne kadar sıkıntı çıkarabilir ki? Sen bana bir şey iletirsin, ben sana bir şey iletirim, sonra bir başkasına derken iletilenler elden ele… Aslında en çok da böyle sık ve üzerine uzun uzun düşünülmeyen kavramlarda sorun çıkar. İletişimin yüzden fazla tanımı var mesela; körün fil tarifi gibi, kim neresinden tutmuşsa orasını tarif etmiş. En basit hâliyle “karşılıklı anlam aktarımı” diyebileceğimiz iletişimin doğal, toplumsal ve bireysel düzeyleri; her düzeyin kendine has özellikleri, inceleme konuları, paradigmaları vs. var. Tüm bu katmanlar bir araya getirilip incelendiğinde insanların temelde dil ile kurduğu iletişimin evrimsel süreçte bizi bugünkü medeniyete getiren temel etmen olduğunu söylesem abartmış olur muyum bilmiyorum.
İletişim konusunda genel bilgiler verilirken konunun en basit hâliyle de olsa açıklanabilmesi için sıkça başvurulan bazı kavramlar ve bu kavramlarla oluşturulan bir şema vardır. Bu kavramları kaynak, mesaj, alıcı, kanal, kod, geri bildirim ve gürültü olarak sıralayabiliriz. Ayrıca tüm bu sürecin içinde gerçekleştiği bir zemin de hâliyle olmak zorunda. Bir kaynaktan çıkan ve belli bir kod ile işlenmiş bir mesaj, bir kanal vasıtasıyla alıcıya iletilir; alıcı kodu çözer, mesajı alır ve kaynağa mesaja ilişkin bir geri bildirimde bulunur. Bu sürecin herhangi bir noktasına etki eden ve mesajın doğru iletilmesine engel olan bir etmen varsa ona da gürültü adı verilir. Shannon-Weaver İletişim Modeli dediğimiz bu model, iletişim için basit ama açıklayıcı bir şema sunar. Yukarıda da belirttiğim gibi insanlar arasındaki iletişimin temel aracı dil olmakla beraber, bazı toplumsal kurumlar da hani deyim yerindeyse dil gibi yapılanarak bir iletişim şekli hâline gelebilir. Okul gibi, din gibi ve hatta aile gibi. Bu kurumların yer yer kesişen farklı düzlemlerde anlam iletme işlevi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Hukuk da bir iletişim şekli olarak düşünülebilir. Belirli bir toplumda, belirli bir dönemde yürürlükte olan ve devlet tarafından ihlali yaptırıma bağlanmış toplumsal ve siyasal kuralların tümü olarak tanımlanan “hukuk”u devletle yurttaşın iletişimi; devletin temel yapısını, kuruluşunu, siyasal iktidarın sınırlanmasını, devredilme biçimlerini ve devlet iktidarı karşısında bireylerin özgürlüklerini düzenleyen temel belge olarak tanımlanan anayasayı mesajların imkânsal/mantıksal sınırları, iletişimin zemini; anayasanın öngördüğü yetkili organ tarafından belirlenmiş usul ve biçimle kabul edilerek yürürlüğe konan yazılı hukuk kuralları olan yasaları da iletilen mesaj olarak düşünebiliriz. Burada kaynak ve alıcının da sırasıyla devlet ve yurttaş olduğunu söylemeye gerek bile yok sanırım. Demek ki hukukun da aslında anlamların iletilmesi gibi bir işlevi var; ama geri bildirim konusunda kaynak ile alıcı arasında eşitsiz bir güç dengesi olduğu da bir gerçek. Bu iletişimde alıcının (yurttaşın) geri bildirimi dilekçe yazmak ya da bölge idare mahkemesine vs. başvurmak olabilirken kaynağın (devletin) geri bildirimi şafak operasyonu, ters kelepçe ve 24 yıl ağırlaştırılmış hapis cezası olabiliyor. Neyse, konumuz bu eşitsizlik değil.
Konu dil olunca herkesin aklına bir şekilde gelmiş bir soru tipi vardır: “Masaya neden masa demişiz de zingarella dememişiz? Şimdiki zaman çekimi neden -yor ekiyle yapılıyor da -lor ekiyle yapılmıyor?” vs. Bu tip sorulara kısaca cevap vereyim: Çünkü öyle! Çok da şe’apmamak lazım. Dilde sözcükler, biçim ve gramer yapıları yazılı olmayan, belli bir an ve yerde belirlenmemiş, kendi kendine oluşan toplumsal bir uzlaşmanın sonucunda oluşur; ama bağlayıcıdır. Yani “Ben bundan sonra masaya zingarella diyeceğim. Şimdiki zamanı da artık -lor ekiyle çekimleyeceğim.” diyen biri en iyi ihtimalle anlaşılmayacak, en kötü ihtimalle “Ne diyon la sen!?” şeklinde hoş olmayan tepkilerle karşılaşacak; sonuç olarak iletişimin, yani toplumun dışında kalacaktır. Ana hatlarını ünlü dilbilimci ve düşünür Noam Chomsky’nin attığı evrensel dilbilgisinde de “dilbilgisellik” denen bir kavram vardır. Buna göre cümlelerin (yani mesajın) sadece anlamlı sözcüklerden oluşması yetmez, aynı zamanda aralarındaki bağlantıların da belli kurallar çerçevesinde ve mantıklı olması gerekir. Örneğin “Ali kendini yorgun hissediyor.” cümlesi dilbilgiselken “Ali yorgun kendini hissediyor.” cümlesi bire bir aynı sözcüklerden oluşmasına rağmen dilbilgisel değildir. Dilbilgisel olmayan cümleler kabul edilebilir olabilir, evet olabilir. Örneğin bir şiirde “peki bu Güzel Avratotu da kim yahu? / oldum olası ayakta bira içiyor…” cümlelerini nasıl kabul etmeyeceksin? Ece Ayhan’a ayıp olur her şeyden önce. Kabul edilebilirlik bağlama göre oluşan bir durum, fakat standart konuşma ve yazı dilinde kabul edilebilirliğin dilbilgisellikle sıkı bir bağı olduğunu da söylememiz gerekiyor. Demek ki iletişim alanında kalabilmek, başkalarıyla anlaşabilmek için dilbilgisel ya da en azından bağlama uygun bir şekilde kabul edilebilir cümleler kurmamız gerekiyor.
Hukukta dilbilgiselliğin karşılığı ise “pratik uyuşum ilkesi”ymiş. Bu ilkeye göre kanunlar ya da sözler, tek başına anlam ifade etmez, pratik bir uyuşumla yorumlanırsa anlamlı olur. Yani anayasa hukukçuları, anayasanın salt anlamlı sözcüklerden ya da birbiriyle bağımsız maddelerden değil; birbiriyle ilintili, bağıntılı, biri diğerinin sınırını ya da kapsamını oluşturan bir bağlam içinde düşünülmesini, her maddenin ve normun bir bağlam içinde ve birbirleri gözetilerek yorumlanması gerektiğini söylüyorlar. Aynı zamanda yine bir uzlaşma olan hukukta, tıpkı dildeki sözcüklere benzer şekilde her bir yasanın herkes için aynı anlama gelmesi gerekiyor. Bunlar yoksa işleyen, toplumsallığı sağlayan bir iletişimden ve kurumdan bahsetmek de imkânsız hâle geliyor. Hukukun belirsiz, yasaların yurttaştan yurttaşa farklı uygulanır olması; devlet-yurttaş arasındaki iletişimin kopması ve ideal anlamıyla yurttaşların ortak iradesi olarak örgütlendiği söylenen devletin kendi temel niteliğinden feragat etmesi demek oluyor.
Dildir, iletişimdir, hukuktur falan derken her şeyi birbirine kattım karıştırdım, belki biraz da savruldum, affola değerli okur; ama bir sor, neden yaptım!? İçişleri Bakanlığı’nın cenazeleri 30 kişiyle sınırlandıran genelgesine rağmen epeyce kalabalık bir cemaatle kaldırılan cenazeleri; yurttaşa yasakken turistlere açık olan sokakları, plajları; suçu alenen ortadayken herhangi bir soruşturmaya, kovuşturmaya uğramadan sadece görevden el çektirilmesiyle iktifa edilen bakanlarla iddianamesi bile olmadan yıllarca hapiste yatanları ve daha bir sürü benzer durumu görünce aklıma böyle mevzular geldi. Demem o ki devletimiz yurttaşlar olarak bizimle iletişimi kesti galiba, bir şey söylese de anlaşılmıyor. İşbu hâlde ülkemizde hukuk, ilkeleri ve uygulamaları açısından bakıldığında Schrödinger’in kedisi gibi oldu. Sonumuz hayrolsun!
Bu haftaki yazıma son verirken değerli hukukçu Işıl Kurnaz’a bazı temel kavramlar konusunda beni aydınlattığı için çok teşekkür ediyorum. Ayrıca Reportare’nin 10. yılını kutluyor, nice on yıllar diliyorum. Başta Sinan Dirlik, Ali Gizer, Ulvi Yaman ve Necat Ceral olmak üzere bu güzel platform için emeği geçen herkesin eline, emeğine sağlık.