14 Kasım 1984 ve 14 Ekim 1987 tarihlerinde eminim çok daha önemli başka olaylar da olmuştur; ama bu iki günü bizim açımızdan unutulmaz kılan iki futbol maçı oldu. Birincisi Dünya Kupası elemeleri, ikincisi Avrupa Şampiyonası elemeleri kapsamında oynanan bu iki maçta da aynı takımlar karşı karşıya geldi: Türkiye ve İngiltere. Üç yıl arayla oynanan her iki maç da İngiltere’nin 8-0’lık galibiyetiyle tamamlandı. Her iki maçla ilgili de saha içinde ve dışında olan birçok şahitten çoğunluğu artık kahkahalarla karşılanan sayısız anekdot dinledik, okuduk yıllarca. Bazı futbolcuları geçici olarak hayata küstürürken bazılarına kariyerleri boyunca taşıyacakları lakaplar (Kova Yaşar abimize sevgiler.) armağan etti bu iki maç. 14 Kasım 1984’ten beri iki takım arasında oynanan on bir maçın onunu İngiltere kazandı ve sadece bir maç berabere (11 Ekim 2003’te 0-0) bitti. Türkiye, İngiltere kale çizgisinden topu geçirmeyi ise sadece bir kez, o da bir dostluk maçında başarabildi. 22 Mayıs 2016’da oynanan bu maçta Türkiye’nin ilk ve tek golünü Hakan Çalhanoğlu kaydederek tarihe geçti.
8-0’lık ilk maçı TRT’de anlatan rahmetli Abidin Aydoğdu’nun Türkiye’nin spor ve basın tarihine geçmiş bir sözü vardır. Kaçıncı golden sonra söylediğini bilmiyorum; ama Aydoğdu milli takımın o anki hâlipürmelâlini bir cümlede özetleyivermiş: “İngilizler’in bir atağını daha gol yiyerek savuşturduk sayın seyirciler.” Özellikle milli maçlarda spikerlerin işinin diğer maçlardan çok daha zor olduğunu tahmin ediyorum, özellikle de Türkiye’de tabii ki. Malumunuz bizim millî hassasiyetlerimiz başka bir şeye benzemez, serrt olur (ikinci r fazlalık değil). Aydoğdu da bir şekilde sorumluluğunu paylaşmak zorunda kaldğı bu hezimeti anlatırken “savuşturmak” fiilini kullanarak sihirli bir cümle kurup aslında ortada savuşturmayla alakası dahi olmayan bir durum varken seyirci/dinleyicideki psikolojiyi bir nebze de olsa kurtarmaya çalışmış. Ne kadar başarılı olduğu ayrı konu, ama bence bu çaba hem öğretici hem de takdiri hak ediyor.
Üzerinden yaklaşık bir ay geçen Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinin sonuçları, daha doğrusu muhalefetin seçim sonrasındaki genel tavrı, aklıma Aydoğdu’nun bu meşhur cümlesini getirdi. Muhalefet bir seçimi daha kaybederek “savuşturmuş” oldu; ama burada savuşturmak fiilini Aydoğdu’nun yaptığı gibi anlamsal bir illüzyon yaratmak maksadıyla kullanmıyorum. Muhalefet gerçekten, kelimenin gerçek anlamıyla seçimi kaybederek savuşturmuş gibi görünüyor. Muhalif siyasi yelpazenin hemen her kesiminden yapılan açıklamalar, seçim değerlendirmeleri ve geleceğe ilişkin projeksiyonlar bir savuşturma şenliği havasında. Muhalif siyasetçiler ve siyasi partiler (Bu cümlenin başına bir “ana akım” eklenmesi adil olacaktır.) ya yenilginin anlamını eğip bükerek hafifletmeye ya da daha kötüsü ortada bir yenilgi olmadığı fikrini aşılamaya çalışıyor. Mevcut iktidarın icraatlarından ve ülkeyi yönetme biçiminden rahatsızlık duyan sıradan faniler içinse bu durumun hem umut kırıcı hem de sinir bozucu olduğu kesin. Kırılmış umudu ve bozulmuş siniri onarmak veya savuşturmak da hâliyle kolay değil.
Öte yandan akla başka bir ihtimal olarak ana akım muhalif siyasetin seçimleri tam da yenilerek savuşturulması gereken bir süreç olarak görüyor olabileceği geliyor ki bu en fenası. Bunun bir ihtimal değil de gerçeğin bizzat kendisi olduğunu söyleyebilecek ne kanıtım ne dayanağım var; ama bunun benim ve başka birçok insanın aklına geliyor olması bile demokrasi açısından yeterince iç karartıcı bir durumda olduğumuzu gösteriyor. İktidara aday olmayan, iktidarı ele geçirmek istemeyen; muhalefet olarak kalmayı ve sınırlı bir alanda kendi minik minik ve türlü çeşit iktidar alanlarını korumayı amaçlayan bir muhalefetin demokrasi için ne anlama geldiğini ciddi ciddi düşünmek gerekiyor. Hele de özellikle gençlerin aklına fikrine tasallut eden ve komik göründüğü kadar da korkunç olan “Muhalefete güvenmiyorum ben, hepsi devletin başına geçmeye çalışıyor.” şeklindeki akıl(!) yürütme biçimi taş gibi ortada dururken muhalefetin de iktidar olmaya pek de istekli değil gibi görünmesi, zaten can çekişen demokrasinin tabutuna çakılacak son çivinin üretilmesinden başka bir şeye hizmet etmiyor. Demokrasi her şeyden önce belirsizlik düzenidir ve burada “belirsizlik” sözcüğü sahip olabileceği en olumlu anlamda kullanılmaktadır. Tek bir insanı bile “Bu iktidar ne olursa olsun değişmez. Bizim buna gücümüz yetmez.” ya da “İktidar değiştimeye çalışmak kötü bir şeydir.” fikirlerine doğru öyle ya da böyle, kasten ya da sehven iten herkes, her kurum, her eylem demokrasinin düşmanı olarak anılmayı hak ediyor.
Başka bir yazıda yüksek siyasetin yüpyüksek kademelerinden ve karanlık dehlizlerinden bihaber olan milyonlarca sıradan vatandaşın yukarıda anlatmaya çalıştığım duruma karşı neleri nasıl yapabileceğine dair bazı tartışmalar da yürütülebilir; ama burada hemen şunu söylemek gerekiyor: İktidarı hedeflemeyen bir muhalefet anlayışını değiştirmeden ve gerekirse yeni bir muhalefet anlayışı inşa etmeden iktidarın değişmeyeceği, değişmesinin teklif dahi edilemeyeceği kesin. Öğrenilmiş çaresizliğin dayatıldığı bir ortamda, çaresizliği öğrenmemekte inat etmek, belki de yapılacak ilk ve en önemli eylem. Muktedirlerin hele de ebediyyen bilakayduşart muktedir olmak isteyenlerin en sevdiği kitleler, iktidar olmaktan delicesine korkan ya da bunun umudunu dahi yeşertmeyi göze alamayan insanlardan oluşur. Bu sebeple “Bir seçimi daha kaybederek savuşturduk.” diyen bir muhalefet, ihtiyacımız olan son şey bile değil.