Sessiz İstifa kavramını ilk duyduğum anda patronun odasına usulca girip oldukça kısık bir sesle “hadi ben kaçtım” denmesini ya da mesajla ayrılan sevgili misali kuru bir e-posta içinde “Şu dakikadan itibaren maillerime ulaşma imkânım olamayacak keza ben de olmayacağım. Öptm kib bye aeo. Best Regards…” şeklinde çok klas bir istifa hayal etmiştim. Ancak konu benim anladığımdan çok farklıymış. Sessiz İstifa iş ve yaşam dengesinin kurulamadığı, işte en az emek, en az efor, en az sorumluluk sergileyerek sayılı günlerinin çabuk geçmesi olarak ifade edilmekteymiş. İşi sadece işte yapmak, işe dair konuları işte bırakarak özel hayata odaklanmak isteğinin verilen iş dışında bir sorumluluk almamak ve mesaiye kalmak istememek gibi durumların karışımı olarak özetlenmekteymiş. Hatta terfi etme motivasyonu olmaması ya da şirketlerin iş yapış şekilleri konusunda olumlu ya da olumsuz geri bildirim vermeme gibi yüz kızartıcı suçlara eş değer bir tutum sergilemek olarak da açıklanabilirmiş. Çalışanın yaptığı işi sorgulaması, iş tanımının net olmasını talep etmesi gibi sevimli yaklaşımlar da “Sessiz İstifa” kavramının oluşmasında etkili unsurlarmış.
Sessiz İstifa’nın ortadan kalkması içinse yan haklar ve maaş politikalarının düzenlenmesi, çalışan motivasyonlarının fark edilmesi, kendi çalışma modellerini oluşturma isteği, iş-yaşam dengesinin oluşması için gereken asgari şartların sağlanması yeterli olarak görülmekteymiş. Açıkçası çözümü okuyana kadar sorun beni bu denli sinirlendirmemişti. Çünkü ortada net bir sorun varken sorunun temel muhataplarını sorunun sebebi olarak isimlendirmek ata sporumuz olma yolunda son yıllarda. Parmağı ağrıyan birini görüp “parmak sızısını yönetemeyen birey” diye yaftalamanın ağrıyı dindirmediği gerçeğiyle yüzleştiğimiz an reklam şirketlerinde asgari ücretten hallice maaşlarıyla 12 saat çalıştırılmak istenen yeni mezun reklamcılarla empati yapabiliriz. Mesai bitse bile patronu çıkmadan çıkamayan mühendisle ortak bir paydada buluşabiliriz. “Siparişleri girelim, stokları bir sayalım, fiyat listelerini müşterilere yollayalım bir de masanın tozunu almaya gelirken bir çay kap da içelim be ablam” cümlesini duyan personel yerine koyabiliriz kendimizi. “Maaşınız gününde yatıyor” cümlesini duyan her çalışanın hissettiklerini hissedebiliriz. Organize Sanayi Bölgeleri’nde eve dönmek üzere servise binen işçilerin son anda gelen ek bir sipariş için indirilmelerinin verdiği moral bozukluğunu anlayabiliriz. Verilen tabldottaki minik paket yoğurdu evdeki çocuğuna götüren emekçinin durumu düşünebiliriz. Çocuk işçilik, atölyeden bozma üretim tesislerindeki şiddet, bankadan asgari ücret ödenip elden belirli bir meblağı geri istemek bunlardan bahsetmiyorum bile. Çalışanın tercih ettiği sessizliği bilemem ama bir yerlerden ses gelmesi gerektiği aşikâr.
Her çalışanın kendi kişilik değerleri olur. Kimimiz için adalet olmazsa olmazdır kimimiz için huzur kimimiz içinse takdir görmek. Bazılarımız ekstra sorumluluk ister bazılarımız sadece yeteri kadar sorumluluk için çalışır. Bir kısmımız disipline aşığızdır bir kısmımız esnek çalışma saatlerinde kendimizi rahat hissederiz. Bu değerler kümesi çalıştığımız yerdeki kümülatif değerlerle örtüşürse ne ala. Peki örtüşemezse? Adalet duygusu içinde kıvranan birinin adalet duygusu olmayan bir amirle çalıştığında sonucun ne olmasını bekliyoruz? İş hayatı kurtlar vadisidir, Jurassic Park’tır, burada kan ve göz yaşı var burada mücadele var olmaz diyerek motive eden bir organizasyonun huzurlu bir ortam bekleyen kişi üzerinde etkisi ne olacaktır? Aile bilincinin yüksekliğiyle girdiği her toplulukta aile olmayı arayan takımın işlevsel bir parçası olma eğiliminde birine her koyun kendi bacağından asılır, herkes tek, kimseye güvenmeyeceksin konuşmalarının servis edilmesi hangi sonuçları doğurur? Velhasıl sessiz istifa vb. kavramlar organizasyon ve personelin değer yargılarının çatışmasından doğan bir sonuç gibi görünüyor ortalama zekalı beynime.
O halde şu soruları sorabilir miyiz? Sessiz İstifa, Fısıltılı Mücadele, Alengirli Bordrolama gibi havalı isimler üzerinden ülkenin çalışma ve ekonomik hayatının zorluklarını gölgelemeden değer yargılarımızı ön plana çıkararak ortak bir payda yaratabilmek verimli olmaz mı? Herkes şapkasını önüne alıp dayanışmayı merkeze alarak ortak çıkarlara hizmet etse daha barışçıl bir ortam oluşmaz mı? İş yapış şekillerinde herkes yapıyorsa herkes yapabilir düşüncesinden sıyrılarak hem bireysel hem de beraberce doğru ve ahlaki olana yönelsek bir şeyler değişebilir mi? Yoksa kural dışılığı kural olarak önümüze süren sistem kuralına göre oynamamıza bozuluyor mu?
Kapak Görseli: Charles Deluvio/ Unsplash