Sosyal Devlete Karşıyım

0
207

Eskişehir’de 6 yaşında bir kız çocuğu yetersiz beslenme ve bakımsızlıktan hayatını kaybetti. Ülkece utanılacak, yerin dibine girilecek bir konu. Hani “komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir” diyerek, benden başkası bu işleri bilmez edasıyla din satanların çoğunluk olduğu bir ülkede tam anlamıyla “yer yarılsın hepimiz içine girelim” diyebileceğimiz türden bir konu…

Anne ve babası cezaevine girmiş. İkisi erkek üç çocuk, ev dahi sayılamayacak bir ortamda bir başlarına kalmışlar. Belli ki yakın akrabalar da ilgilenmemiş. Sonuçta çocuklar zorlu ve açlıkla geçen birkaç günün sonunda bitap düşmüşler. Olaya ilişkin farklı birçok anlatım var ama konumuz bununla bağlantılı başka bir konu olduğundan olayın ayrıntılarına girmeyeceğim.

Yaşanan dramın ardından sosyal medyada çok sayıda paylaşım oldu. İçlerinden biri bana göre oldukça dikkat çekiciydi. CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun paylaşımı. “Evrensel Gazetesi” haberine dayanarak yaptığı Twitter paylaşımında ne demiş Kaftancıoğlu:

“Başta devleti yöneten tüm siyasilerin tek gündemi olması gereken konu. 6 yaşında bir çocuk yetersiz beslenmeden hayatını kaybediyor. Hikayenin bütünü ise tam bir dram! İçimizi kanatan bu durumları yaşamamak adına sosyal devleti inşa etmek zorundayız! Gerisi teferruat…”

Diyeceksiniz ki bu paylaşımın nesi var? Evet gayet iyi bir üslupla görüşünü yansıtmış. İçimiz kanıyor demiş, dram demiş, sosyal devleti inşa etmek zorundayız demiş. Benim paylaşımla derdim yok, bir görüşle derdim var.

Kaftancıoğlu’nun bahsettiği “sosyal devlet” konusuyla…

Üstelik Kaftancıoğlu sanırım olayın geçtiği Eskişehir’de belediye yönetiminin partisine ait olduğunu da atlamış. Yani devlet dediğin nedir? Belediye devletin bir birimi değil midir? Belediye sosyal devletin gereği uygulamaları yapamaz mı? Her yerde sosyal belediyecilik diye bangır bangır bağırırlarken madem öyle ne yaparlar?

Ama konumuz siyasi olarak bir tarafı yermek değil. Zira devletin merkezi teşkilatını elinde tutan, uzun yıllardır iktidar olarak yöneten parti de pek farklı değil böylesi konularda…

Hiç unutmuyorum. Yıllar evvel Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın o sıralar yeni taşındığı binasına bir proje nedeniyle iki arkadaş gitmiştik. Beraberinde gittiğim arkadaşım bu alanda bana göre epey deneyimli biriydi. Bakanlığın siyasi ve idari bakımdan yetkililerinin hazır bulunduğu toplantıda bakanlık olarak yapılan işler öyle bir havayla anlatılmış, öyle sözler işitmiştik ki “vay anasını ülke nasıl da değişmiş, biz de ne haksız eleştiriler yapıyoruz adamlara” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Üstelik konuşmayı yapan siyasi kişi “biz ülkede yoksulluğu, açlığı bitirdik” diye de cümlesini tamamlamıştı. Açlığı bitirmek! Sonra epey bir nasihat “siz bu işlerden ne anlarsınız” tadında cümleler dinledikten sonra asansörlerinin dahi çalışmadığı binadan ayrıldık.

Ankara’yı pek az biliyordum o yıllar. Zaten bilmez olaydım, tanıdıkça içimin kararması artmıştı işte… Binadan çıktıktan sonra ana cadde tarafına yürüdük ve ilk sola döndük. Biraz yokuş olan caddenin geniş kaldırımında yürüyor, toplantıda söylenen havalı sözlerle ilgili olarak “amma da salladılar” diye aramızda laflıyorduk. Yüz bilemedin yaklaşık yüz elli metre sonra konuşmamız aniden kesildi. Öylece kalakalmıştık.

Yerde tahminen ellili yaşlarda bir adam yatıyordu. Yarı baygın bir haldeydi. Güpegündüz bir anda, bunca insanın, trafikte bunca aracın olduğu bir caddede bir insan böyle yatıyor ve kimse bakmıyor muydu? Yaklaştık. Artık yüzünü seçebiliyorduk. Gözleri adeta boşluğa bakıyordu. Yüzü çökük, üstü başı döküktü. Dedim ya yanımdaki arkadaşım sosyal hizmetler konusunda tecrübeli biriydi. Ben şimdi bile bunu yazarken utanıyorum, ilk olarak ayyaşın biri diye baktım. Ayyaş olsa ne fark eder değil mi? O ise sakince yaklaştı, elini tuttu ve “iyi misin bey amca” diyerek konuşmaya çalıştı. Adam yanıt verecek halde değildi. Arkadaşım adamı hafif doğrulttu ve konuşmaya devam etti:

“Aç mısın? Neyin var?”

Adam ağzını açtı ama konuşacak takati yok gibiydi, yalnızca başını sallayabildi. Ben o an donakalmış halimden çıktım. Aceleyle diğer omuzuna asıldım. Arkadaşımla adamı hemen yakındaki lokantanın önüne taşıdık ve bir masaya oturttuk. Lokanta çalışanlarından biri geldi. Önce üstü başı dökük ve bitkin adamı gördü. “Burası olmaz der” gibi baktı. Sonra göz göze geldik. Arkadaşım cebinden iyi sayılacak miktarda para çıkardı ve çalışana uzattı.

“Hemen bir su getir, çabuk, çabuk” dedi. Garson bunun üzere bir şey diyemedi ve hızlıca gitti, bir şişe su getirdi. Arkadaşım suyu yavaşça adama içirdi ve sonra yine garsona dönerek: “Bu Bey amcayı iyice doyurun” dedi ve devam etti “Sakın ola istediğini vermemezlik yapmayın”.

Adam biraz olsun kendine gelmeye başlamıştı. O an gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Öyle ya ülkedeki sosyal sorunların üstesinden geldiğini iddia eden bir kurumun biraz ötesinde yaşadığımız acınası bir durumdu. Ama kimin haberi vardı işte!

Arkadaşımla bakıştık. Biraz mutluluk, biraz burukluk… Öyle bir gündü Ankara’da geçirdiğimiz gün… Güneşliydi ama içimiz acıyordu…

İnsan yaşadıklarını hatırladıkça ve bu ülkede birilerinin daha sessiz sedasız bunları yaşadığını, hayattan göçtüğünü görünce kimseye karşı anlayışlı olası, affedesi gelmiyor…

Neyse bu yaşadıklarıma, bu anlattığım hayat deneyimlerine rağmen, biraz ters gelebilir ama size bu konudaki görüşümden bahsetmeliyim. Lafı dolandırmadan yekten söyleyeyim:

“Ben sosyal devlete karşıyım” arkadaş.

“Hoppala bu da nereden çıktı, ne alaka şimdi” diyebilirsiniz? Evet yanlış duymadınız. Karşıyım. Zira sosyal devlet size, bana anlatıldığı gibi bir konu değil. Sosyal devlet belli ki işte bu yaşananların çözümü de değil.

Biraz da benden dinleyin bakalım, kararınızı sonra verirsiniz.

Sosyal devlet kamu kaynaklarının iktidar güçleri tarafından istenildiği gibi yağmalanmasının toplum tarafından kabulünü sağlayan en doğal, en kabul görecek bir ifadesi, bir yutturma yolu…

Sakin olun, bir açıklayayım. Bak literatürde ne güzel de tanımlanmış:

“Sosyal devlet; bireylere asgari gelir güvencesi veren, onları toplumsal risklere karşı koruyan, sosyal güvenlik olanağı sağlayan ve yurttaşların tümüne eğitim, sağlık, barınma gibi hizmetleri sunan bir anlayışı ifade etmektedir.

Müdahaleci, düzenleyici, yeniden dağıtıcı, girişimci ve bireylere hak ve özgürlüklerin sağlanması bakımından pozitif bir devlet anlayışıdır.”

Ne beylik laflar…

Esasen ilk olarak 1941 yılında Archbishop Temple tarafından telaffuz edildiği iddia edilen bu yaklaşım, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın yıktığı tüm dünyada yoksul kesimleri yeniden harekete geçirmek, kapitalizmin üretim ve tüketim döngüsüne çekmek için amaca uygun bir ekonomi teklifi gibi görünüyor. Bu yüzden de o dönemde yükselen bir ilgi gördüğü kesin. Yani kapitalist ekonominin ihtiyaç duyduğu sermaye birikimi için, özellikle küresel ekonomi egemeni ABD’de yaşanan Büyük Buhran sonrası gelen Dünya Savaşı’yla birlikte uzun yıllar sefalet yaşayan ve bıkkınlık içindeki geniş yığınları harekete geçirmek, ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt tarafından sunulan “New Deal” programının kabul görmesini sağlamak için buna ihtiyaç olduğu aşikar…

“Sosyal devlet kamu gelirleri ve kamu harcamaları üzerinden toplumdaki gelir düzeyinde yaşanan eşitsizlikleri gidermek, zenginden fakire doğru geliri yeniden dağıtmak ve servet ve gelirler arasındaki dengesizlikleri azaltmak, gelir adaletsizliği sonucunda yoksul düşen kişileri, güçsüzleri, düşkünleri, bakıma muhtaç çocukları korumak” olarak sunuluyor da sunuluyor. Söyleme bak! Adeta “ben yediğim haltı kabul ediyorum, toplumsal düzeyde dengesizliğe, kamusal alanda eşitsizliğe ve adaletsizliğe neden oluyorum ama üzme tatlı canını seni de bir miktar göreceğim, sadakan kenarda hazır” diyor…

Böyle bir anlayış olarak sunulmasına karşın sosyal devlet neden “sosyal devlet” olamıyor? Bir de şu kamu gelir ve harcamalarını kullanmak ne demekmiş, gelin bir bakalım…

Bir kere sosyal devlet zaten bünyesinde eşitlik olmayan kapitalist ekonomi sistemi ve üretim ilişkilerinin yoksul kesimler tarafından kabulü ve dahi büyüyebilecek muhtemel direnci, direnişi kırmak amacıyla; onlara sağlanacak birkaç yardım, sadaka ile sanki onları da gözeten bir devlet varmış hissi vermek, kamu düzeninde olmayan eşitliğin halk tarafından anlaşılmasını engellemek, eşitsizliğin yarattığı adaletsizliği örtbas etmek için büyük bir araç…

Zira devlet dediğiniz şey kamu kaynaklarının, yani kamu gelirleri ve harcamalarının yönetimi. Dikkat edin burada üretenlerin, çalışanların vergileriyle oluşan bir kaynaktan söz ediyoruz. Yani havadan gelmiyor… Birileri üretiyor, çalışıyor, vergi veriyor, kaynak öyle oluşuyor. Sonra devleti yöneten politik egemenler kamu kaynaklarının üzerine oturuyor. Ceplerinden harcamıyorlar, senin benim paramı harcıyorlar… Yetmeyince ne yapıyorlar dersiniz? Tabii ki üretenlerin, çalışanların sırtına daha çok biniyorlar. Öyle ya kaynak yetmezse nasıl bulacaksın? Vur çalışanın, üretenin sırtına…

“Peki çalışmayan, üretmeyen kesimler var mı, halleri nicedir?” diye sorarsanız, sağlığınıza duacıdırlar diyeceğim. Zira onlar “sosyal devlet” güvencesindeler… Onları üretici kılmamıza gerek mi var!

Kalabalık bir aile düşünün. Anne baba ve 5-6 çocuk. Çocukları benzer özelliklerde hayal edin. Yani her biri aynı durumdalar ve çalışabilecek kapasitedeler. Ancak babanın dışında çocuklardan yalnızca biri çalışıyor. Diğerleri çalışmıyor. Hepsinin bazı gerekçeleri de var. Haneye baba ve çalışan çocuğun geliri giriyor. Baba tüm gelire el koyuyor ve yönetiyor. Evin temel gereksinimleri karşılandıktan sonra tüm aile üyelerine harçlık vererek ihtiyaçlarını gidermesini sağlıyor. Baba evde sosyal devlet rolüyle sosyal adaleti sağlıyor. Kararlarını alırken aile içinde sorgulanmıyor. Erişkin diğer çocuklar çalışmamaya ve babanın verdiği kaynakla yaşamlarını sürdürmeye devam ederken zamanla harcamalar artıyor. Ama gelirler istenildiği kadar artmamış. Ne olacak bu durumda? Çalışanlar daha az gelire mahkum olacak, hane giderleri artacak, çalışmayanlar desteklenmeye devam edecek. Belki de talepleri artacak daha fazla harcama talep edecekler. Çalışan çocuk diğerleri gibi kendine zaman ayıramadığı için kişisel gelişimini destekleyemeyecek, hayatını çalışmayanların lehine harcayacak. Çalışmayanlar ise durumdan memnun. Baba ailenin bütünlüğü adına bunu yaparak onların sosyal yaşamlarını garanti altına almış durumda.

Şimdi dönelim devlete. Kaynak kontrolünü elinde bulunduran devlet bir cepten diğerine kaynak aktarımını “sosyal devlet” kılıfıyla güzelce yapıyor. Nasıl mı? Gıda yardımı adı altında yapıyor, kömür yardımı adı altında yapıyor. Yaşlı yardımı diyor, engelli yardımı diyor, okul desteği diyor, süt yardımı diyor. Velhasıl bu yardımları bedava yapmıyor. Önce bu yardımlar için ihtiyaç duyulan giyeceği, yiyeceği, kömürü velhasıl neyse onu satın alıyor. Satın alma işlerini yaparken devleti yöneten partilerin bu işleri nasıl gördüğünü herhalde tahmin edebilirsiniz. Yandaş şirketlere uyduruk ihale yöntemleriyle kamu kaynakları aktarılıyor. Bu bir… Sonra yardım konusu malzeme yandaşlara, yanlış duymadınız, parti yerel teşkilatları tarafından belirlenmiş adreslere gönderiliyor. Bu iki… İhtiyaç sahibi mi değil mi ne önemi var? Kim neyi denetlemiş bugüne kadar? Böylelikle kamu kaynakları üzerinden bir politik parti kendi politik pazarlamasını yapmış olduğu gibi dilediği şekilde kamu kaynaklarını kullanıyor. Yani politik pazarlama için kamu kaynakları görünmez bir yolla kullanılmış oluyor. Bu da üç…

Bir de “af”lar var. Vergi affı, ceza affı, gecekondu affı, eğitim affı, kamu arazisi götürme affı, kredi affı, affı da affı… Gerekçesi de hazır. Biz bir sosyal devletiz. Peki vatandaşlık görevini yerine getiren, her şeyi usulüne göre yapanlara ne olacak? Onlar devletin varlığı (aile örneğinde ailenin bütünlüğü) için kendini feda edecek tabi. Sosyal devlet uygulamaları yoluyla bir tür bedavacılar sınıfı doğuyor. Gerçekten ihtiyacı olan kesimler bu tür olanaklardan nasıl yararlanıyor bilinmez. Sosyal devlet bir nevi kamu kaynakları yağması düzenine dönüyor.

Oysa başta nasıl da tanımlamıştık sosyal devleti. Herkes kamu hizmetlerinden eşit olanaklarla yararlanmayacak mıydı?

Müdahaleci, düzenleyici, yeniden dağıtıcı devlet anlayışı politik partilerin kamu kaynaklarını yağmalamasına fırsat sağlayan bir anlayıştır. Esasen sorunumuz zamanı geçmiş ekonomik ve politik anlayışların ülkede halen itibar görmesidir.

“Sosyal Devlet” değil “Sorumlu Devlet” anlayışının egemen olması gerektiği gün gibi ortada… Herkesin kamu önünde, kamu hizmetleri alanında eşit olduğu, devletin de bu eşitliğin gereğini yerine getirdiği bir devlet anlayışı sorumlu devlet anlayışıdır. Herkesin temel eğitim, sağlık ve barınma gibi konularda eşit koşullarda hizmet alabildiği bir düzeni tesis etmektir. Bu hizmetlere ulaşamayanlara “yardım” adı altında hizmet veriyormuş gibi görünüp yolsuzlukların, bir tür kayırmacılığın önünü açmak ise sosyal devlet pratiği üzerinden işleyen kara bir düzendir. Biz şu kadar kişiye konut ürettik demek, üreten insanların vergileriyle başkalarını mülk sahibi yapmak demektir. Ya da gecekondu affı getirmek, vergi affı getirmek, kömür vermek, ramazanda erzak kolisi yardımı yapmak, çalıştığı halde bunları yapamayacak insanların haklarının üstüne oturmaktır… Üstelik politik kayırmacılık yoluyla yandaşlara kamu kaynaklarını aktarmak, var olan durumu sorumsuzca kullanmaktır.

Sosyal devlet yalnızca bu tür eşitsizliklere sebep olmuyor. Aynı zamanda politik hastalıkları da beraberinde getiriyor. Popülist politikacıların, parti yapıları ve anlayışlarının üretmeyen geniş yığınlar tarafından itibar görmesini, “sadaka toplumu” anlayışının desteklenmesini sağlıyor. Partiler ne yapıyor? Kolay yoldan oy elde etmek için “biz iktidara gelirsek” diye başlayan cümlelerini “yol, su, elektrik ceza afları, iki anahtar, her eve süt vs.” bol keseden vaatlerle süslüyorlar. Nasıl olsa çalışanların, üretenlerin yarattıkları ekonomi kaynakları üzerinden her konu çözülür…

Aslında kamu kaynaklarının sosyal devlet gereği sosyal yardım adı altında bu şekilde dağıtılması kamu bütçelerinde önemli düzeyde bir yük yaratırken, bu kaynakları bulmak için devlet yönetimini elinde tutanlar çalışan kesimlerin gelirlerine daha fazla yükleniyorlar. Yani gelir dağılımı daha da dengesizleşiyor. Çalışanlar, çalışmalarının karşılığı olan gelirleri elde edemezken, toplumda şöyle anlayışların ortaya çıktığı da oluyor: “o kadar okumuşsun, o kadar çalışıyorsun da ne oluyor?”. Çalışıyorsun çalışmasına ama bir gün geliyor geçtim “orta gelir tuzağı”nı “asgari gelir” tuzağını dahi geçemez hale geliyorsun. Bütün bunların üstüne bir de bakıyorsun sosyal yardım etkinliklerini yöneten politik partilerin uzantısı sözde sivil toplum organizasyonları pıtrak gibi çoğalıyor. Kamu kaynaklarının talanı için özel yetkili kuruluşlar gibi…

Sosyal devlet bir aldatmacadır. Kamu kaynaklarının politik partilerin amaçlarına göre yağmalanması adına işlenmiş düpedüz bir yağmadır. Ve aslında kapitalist bir ekonomi modelinin dışına çıkmayacak olan politik partilerin kendilerini toplum önünde olumlu göstermek için düzenledikleri bir tezgâhtır. Yoksulluğun asla bitirilmemesini isteyen akılların bir ürünü, bir uygulamasıdır. Victor Hugo’nun dediği gibi: “Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz, biz ise ortadan kaldırılmış yoksulluk. O yüzden anlaşamıyoruz.”

Görsel : Julius Drost, unsplash.com