Malum sebeplerle son zamanlarda çok satan kitaplar listesi bir hayli değişti. Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına”sı çok uzun zaman sonra tekrar listeye girdi örneğin, bir dönem hem kitapçılarda hem de korsan tezgâhlarında zirvede olan “Şibumi” de aldı başını gitti; ama esas patlama Mario Puzo romanlarında yaşanmıştır diye tahmin ediyorum. “Baba”, “Aptallar Erken Ölür” ve “Aile” epey satılmıştır şu sıralar. Kimsenin önceden tahmin edemeyeceği bir sebeple kitap okuyanların sayısının artması da cilveli kaderin oyunlarından biri olsa gerek. Okunsun tabii, tetikleyici sebep ne olursa olsun her hâlükârda iyidir kitap okunması.
İtalyan asıllı Amerikalı yazar Mario Puzo; İtalyan-Amerikan ve Sicilya mafyasını konu ettiği romanlarıyla, özellikle de Corleone Ailesi’ni anlattığı “The Godfather (Baba)” romanı ve bu romandan uyarlanan film üçlemesiyle dünya çapında tanınır hâle geldi. Puzo romanlarında birçok gerçek kişi ve olaydan esinlenmiş olmakla beraber yarattığı etkileyici atmosfer, karakterlerine söylettiği akıllara kazınan sözler ve kurduğu dramatik yapıyla kurmacanın iyi örneklerini vermeyi de başarmış bir romancı ve senarist. Akla ilk “Baba” üçlemesi gelir Puzo denince; ama kendisi ilk iki Superman filminin de senaristlerindendir. Anlaşılacağı üzere Puzo; uçma kaçma, vurma kırma işlerini edebî anlamda da olsa gerçekten seven bir abimizmiş, toprağı bol olsun.
Beni yakından tanıyanlar en sevdiğim filmin “The Godfather: Part II” olduğunu bilir, en sevdiğim ikinci filmin “The Godfather” olması sıralamada biraz sıkıntı çıkarıyor; ama ikinci film, her şeyden önce iki zamanlı hikâye yapısıyla benim gibi paralel anlatılan hikâyelere meftun olan biri için birinci filmden bir tık da olsa daha iyidir. Serinin üçüncü filmini de çok severim, ama ilk iki filmin yeri bambaşkadır nazarımda. Üçlemenin başarısında yönetmen Francis Ford Coppola’nın da kuşkusuz çok büyük payı var, ama senaryo o kadar iyi ki insan Puzo’ya hayran olmadan edemiyor. Romanda ve film serisinde sadece bir mafya ailesinin hikâyesini değil; Amerika’nın cilalanmamış yüzünü, İtalya ve özellikle Sicilya’da mafyanın neye denk geldiğini, devlet-mafya ilişkisini, sıradan insanın hem devlet hem de mafya karşısında nasıl bir acziyet içinde kalabildiğini, suç organizasyonlarının kendi aralarındaki ilişkilerin dinamiklerini vs. de en gerçekçi biçimiyle görürüz. Gerçekçi diyorum, zira yukarıda da bahsettiğim gibi Puzo’nun bazı kahramanları bire bir gerçek hayattan alınmış, sadece ismi değiştirilmiş kişilerdir. Moe Green ve Johnny Fontane gibi karakterlerin gerçekte kime / kimlere tekabül ettiği zaten birçokları tarafından bilinir; ama örneğin birinci filmdeki Virgil “the Turk” Sollozzo karakterinin gerçek hayatta üç aşağı beş yukarı kime tekabül ettiğini öğrenmek isteyenler Çengiz Erdinç’in Overdose Türkiye adlı kitabını okuyabilirler. Yaa, hayat ne tuhaf değil mi? Gemiler falan… Bu arada mezkûr kitabı okuyanlar ve okuyacak olanlar o “gemiler falan”ın hiç de boşa söylenmediğini anlayacaktır.
En sevdiğim film Baba dedim, ama iş romanlara gelince durum değişiyor. Puzo’nun en sevdiğim romanı 1984 yılında yayımlanan “Sicilyalı”dır. Bizim “İnce Memed”e benzettiğimden midir nedir artık, Sicilyalı “haydut” Salvatore Guiliano’nun hikâyesi beni daha bir çeker kendisine. Puzo’nun adında minik bir değişiklik yaptığı bu karakterin gerçek adı Salvatore Giuliano’dur ve 27 yıllık kısa hayatı epeyce alengirli ve aksiyonlu geçmiştir. Puzo Sicilyalı’da “mafya”nın kısacık bir tarihçesini verirken 19. yüzyılın en ilgi çekici düşünürlerinden olan Lord Acton’ın o unutulmaz sözü de kulaklarımızda bir kez daha çınlar: “Güç yozlaştırır; mutlak güç, mutlaka yozlaştırır.” Hangi sebeple, hangi amaçla ve neye / kime dayanarak elde edilmiş olursa olsun; sorgulanamayan, denetlenemeyen ve sınırlanamayan gücün en nihayetinde sadece ve sadece zorbalığa dönüşeceğini anlatan birçok metin vardır dünya edebiyatında. Ben Sicilyalı’dan ilgili bölümü, biraz uzun olması pahasına da olsa affınıza mahsuben alıntılamak istiyorum:
“Mafya, Arapçada, sığınak anlamına gelir ve Sicilya diline, Müslümanlar ülkeyi onuncu yüzyılda yönetirken geçmiştir. Sicilya halkı, tarih boyunca Romalılar, Papalık, Normanlar, Fransızlar, Almanlar ve İspanyollar tarafından acımasızca baskı altında tutuldu. Hükümetleri, yoksul çalışan sınıfı köleleştirdi, emeklerini sömürdü, kadınlarına tecavüz etti, liderlerini öldürdü. Zenginler bile talan ve zulümden kurtulamadı. Kutsal Katolik Kilisesinin İspanyol Engizisyonu, muhalif oldukları gerekçesiyle mal varlıklarına el koydu. Ve bu yüzden “mafya”, intikamcıların gizli örgütü olarak yayıldı. Kraliyet mahkemeleri, bir çiftçinin karısına tecavüz eden bir Norman soylusunu cezalandırmayınca, köylüler çetesi onu öldürdü. Polis şefi, küçük bir hırsıza, cassetta ile işkence ettiğinde, polis şefi de öldürüldü. Nispeten iradesi güçlü köylüler ve yoksullar halkı savunmak için organize bir şekilde örgütlendiler ve gerçekte, ikinci ve daha güçlü bir hükümet oluşturdular. Öyle ki, artık düzeltilecek bir hata olduğunda, insanlar resmi makamlara değil, probleme arabuluculuk eden yerel mafya liderine gitmeye başladılar.
Bir Sicilyalının işleyebileceği en büyük suç, yetkili makamlara, mafya tarafından yapılan herhangi bir şeyle ilgili herhangi bir bilgi vermekti. Sessiz kalırlardı. Ve bu sessizlik, omerta olarak adlandırıldı. Yüzyıllar boyunca süren uygulama, kişinin kendisine karşı işlenen bir suç hakkında bile polise bilgi vermemesine kadar genişledi. Halkla mevcut hükümetin yasa uygulayıcıları arasındaki bütün bağlar kesildi, öyle ki küçük çocuklara dahi, yabancı birine köye giden en basit yolu ya da birinin evini bile söylememesi öğretildi.
Mafya’nın Sicilya’yı yönettiği yüzyıllar boyunca, huzur, öylesine belirsiz ve görünmezdi ki, yöneticiler gücünün boyutlarını asla anlayamadı. II. Dünya Savaşı’na kadar, “Mafya” kelimesi, Sicilya adasında asla telaffuz edilmedi.”
Şiddet tekelini yasal olarak elinde bulunduran gücün yozlaşması, sıradan insanların güçsüz kaldıkları durumlarda başka çareler aramalarına sebep olunca ortaya bu defa yasal olmayan başka güç odakları çıkıyor ve bu yeni güç de bir müddet sonra kontrolsüz bir şekilde büyüyüp kaçınılmaz olarak yozlaşıyor. Derken yasal olan ve olmayan, ama her ikisi de yozlaşmış güçler beraber hareket edip yine sıradan insanların üzerine kâbus gibi çöküyor. Hani bizde öyle şeyler olmaz; ama bazen ne olup bittiğini hayat gailesi içinde pek de idrak edemeyen sıradan insanlar, bu iki yozlaşmış gücün kavgasından kendilerine bir kurtuluş umudu bile devşirebiliyor ve onlara bazen “devletin yüce çıkarları”, bazen de “racon” gereği omertaya riayet etmeleri gerektiği söylenip duruyor. Gücün yasalı yasadışısı, ama muhakkak, her zaman yozlaşmışı sürekli tekrar ediyor: Sus, susmazsan sıra sana gelecek!