Fotoğraf albümleri yıllar boyunca bir samimiyet göstergesi olarak kullanıldı. Samimiyet çıtasında belirli bir noktaya ulaşan komşularımıza, arkadaşlarımıza ya da uzaktan akrabalarımıza adeta bir ritüel gibi fotoğraf albümlerimiz sunuldu. Üstünde dantel işlemeli örtüler olan gizemli dolaplardan albümler çıkarıldı, “sana şimdi eniştenin çocukluğunu göstereceğim” ya da “biz hep böyle değildik, ben sokağa çıktığımda esnaf işini gücünü bırakır beni izlemeye koyulurdu, bir sürü delikanlı harap oldu” gibi cümlelerle albüm kapağı açılırdı. İstif konusunda dünya markası olan annelerimiz bebeklik, çocukluk, okul, 10 yılda bir gidilen tatil, erkekseniz sünnet, düğün, nişan, mezuniyet vb. onlarca konuda kategorize ettikleri albümleri beğenilerinize sunarlardı. İlginç olan bu kategoriler arasında hastalık veya cenaze gibi olumsuz içeriklerin bulundurulmamasıydı. Dijital fotoğraf makinelerinin yaygınlaşması ve artık film rulosu gibi sorunların ortadan kalkması sayesinde, her anını ölümsüzleştirmeyi hedefleyen insanlığa albümler yetmez oldu. Çığ gibi büyüyen fotoğraflar ilk yıllarda bastırılıp saklanmaya çalışılsa da bu akıntının karşısında durmak beyhudeydi. Albümler de dijitalleşti ve sosyal medyanın doğuşuyla artık tüm halkımıza arz edilir bir formata büründü. Fotoğraf albümlerinin samimiyet göstergesi olduğu devir kapandı. Bir diğer açıdan hastalık ve cenaze gibi olumsuz içerikler de paylaşılır oldu. Damar yolu açıldıktan dört dakika sonra serumla fotoğraf çekilmek ve sayfalarımıza eklemek tedavilerin doğal seyri olarak görülmeye başladı. Ve ilginç bir konsept olan, bir butona basarak beğeni ifade etmek, yaşantılarımızda ciddi bir alan kaplamaya başladı.
Beğenilmek beynimizin duygusal tepkilerinin merkezi olarak görülen Amigdala’yı etkiliyor. Beğenildiğimizde serotonin salgılıyoruz ve mutlu oluyoruz. Serotonin ve diğer mutluluk verici hormonlar ne kadar çok salgılanırsa o kadar mest oluyoruz. Fotoğraf albümlerinde çok tatlı görünen eniştemize iltifat etmek, eniştemizin amigdalasını coşturuyor. İşte sosyal medya eniştelerimizi ve insanlığın kalanını daha da mutlu edebilmek için serotonin salgılanmasını sürekli kılmak üzere kurgulanmış bir beğeni butonu etrafında şekilleniyor. En güzel fotoğraflarımızı, başarılarımızı paylaştıkça “like” alıyoruz ve bu serotonin isteği bağımlılığa dönüşüyor. Peki beğeniye bu açlığımız nereden geliyor? Benim şahsi fikrim, günlük hayatta takdir kültürümüzün yeterince gelişmiş olmadığı yönünde… Mükemmel başarılarımız karşısında bile övülemezken herhangi bir anda beğenilmeyi sadece sosyal medya aracılığıyla yaşayabiliyoruz. Okulda aldığımız iyi bir not 3 birim övgü alırken, ışığın kusursuz olduğu bir “selfie”miz yüzlerce birim övgü alabiliyor. Beynimiz de taş mı yesin? Her şekilde serotonine ulaşmanın bir yolunu buluyor.
Beğeniye bağımlılık kavramının yaşa göre değiştiğini düşünüyorum. “Like” beklentisi çocukken ödül gibi beşeri sonuçlara odaklanırken ergenlik dönemlerimizde sürünün parçası olma ve farklılığımızı gösterme şekline bürünmekte. Yetişkinlikte biz daha ölmedik vurgusuyla birlikte, sosyal medya fenomenliğine evirilip “yolumuzu bulur muyuz acaba?” fikrini beslemekte. Ancak hangi yaş grubunda olursak olalım beğenilmek beğenmeyi tetikliyor. Böylece ortaya beğenen ve beğenilen bir kitlenin oluşturduğu ekosistemin içinde bulunma şansı tanınıyor. Gerçi insanlık her yolun kestirmesini bulmaya alışkın. Beğeni motivasyonu ne olursa olsun beğeni talebini oluşturan niyetlerin sebep-sonuç ilişkisini gözlemlemek yerine kafalar “daha çok beğeniyi nasıl elde ederim?” sorusu üzerine yoruluyor. Bunun da yolu basit. Hemen bot hesaplar alınıyor, sonra gelsin “like” ve takipçiler. Kendi yarattığımız sanal beğeni çarkında tekerlekteki hamster gibi dönüp duruyoruz.
“Like” fikrine karşı çıktığım düşünülsün istemem. Beğenilmek elbette muazzam bir kıymet… Ancak yapay beğenilerin öz benliğimiz üzerinde oluşturabileceği tahribat, üzerine düşünmemiz gereken bir risk. Bunu da başka bir yazıda tartışabiliriz derken; beni sosyal medya hesaplarımdan takip edip “like” tuşuna basmayı ihmal etmeyin. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere…
Reportare · Sus ve Beğen Beni | Onur Uğur | Hanoi Kuleleri