İşe Geç Kalmanın ve Zaman Dayatmasının Tarihi 

0
302

Saatler… Her tarafta saatler var. Dakikaların hükümranlığı altında yaşıyoruz. Vapura, otobüse, trene yetişebilmek için koşuyoruz. Sınava girdiğimizde akrep ve yelkovan bir celladın kılıcı gibi salınıyor. Cep telefonu ve bilgisayarlarımızdaki dijital saatlerle hep göz göze geliyoruz. Büyük Birader gibi bize bakıyorlar. Bazen dakikaları değil saniye ve saliseleri bile ölçebiliyoruz. Futbol ve basketbol tutkunları ürkütücü bir ilaha bakar gibi dakikaları/saniyeleri takip ediyor. Balıklar nasıl suya batmış şekilde yaşıyorsa biz de bir zaman okyanusunun içinde yaşıyoruz. Bunu o kadar olağan karşılıyoruz ki sanki Homo sapiens ilk ortaya çıktığından beri böyleymiş gibi geliyor bazen. 

Zamanı algılama biçimimiz kültüreldir. Tarihi dönemlerde ve çeşitli toplumlarda değişiklikler geçirdi. Hollanda’ya yerleşmiş ve geçen uzun yılların ardından kendini bir Hollandalı olarak hisseden bir Hint kadın kendisine en çok neye uyum sağlamakta zorlandığı sorusu yöneltildiğinde hiç tereddüt etmeden “zaman” cevabını verir. Hint kadın, Hollandalı arkadaşlarının çok nadiren habersiz çıkıp geldiklerini, buna karşın Hindistan’da “Bu civardayım, geçerken sana uğruyorum” demenin çok yaygın olduğunu belirtir. Zamanı böyle gelişigüzel gören Hint anlayışı Hollanda’nın zamanı dikkatle planlayan kültürüne uymamaktadır. Hindistan göçmeni kadını her şeye uyum sağlamıştı, fakat tek bir istisna vardı: Zaman! Sudan’da yaşayan Nuer halkını inceleyen bir antropolog, bu halkın zamana yönelik farklı yaklaşımına dikkat çeker; Nuerlilerde hafta kavramı yoktu, günün saatleri hakkında da fikir sahip değillerdi. Yakın geçmişteki bir olaydan söz ederken, uyku çektikleri gece sayısına göre hesaplama yapıyorlardı. Saate, dakikaya ve saniyeye ihtiyacı olmayan bir toplum. Onlar için en önemli zamansal kavram mevsimin yağışlı ve kuru olduğu iki dönemdi. 

Her kavram gibi bugünkü zaman algımız da yavaş yavaş gelişen kültürel bir evrimin sonucu olarak doğdu. Tarihöncesinde atalarımız geceleri gökyüzüne bakıp ayın döngülerini izledi, hayvan boynuzlarına çentik atarak ilk ay takvimlerini oluşturdu. Tarımsal üretimin öne çıkmasıyla güneş takvimi önem kazandı. Antikçağda güneş, su ve kum saatlerini kullanıldı. İngilizcedeki time (zaman) sözcüğü Hint-Avrupa dil ailesindeki “bölmek” anlamına gelen kökten gelir: Di veya dai. Ağaç meyvelerine, av hayvanlarına muhtaç atalarımızı düşününce, zamanı bölümlere ayırmak belki de Homo sapiens’le aynı yaştadır. Neolitik Çağ’la beraber sabit bir mekânda yaşamın egemen olmasıyla beraber toplumsal ilişkiler karmaşıklaştı, çeşitli uzmanlıklar ortaya çıkmaya başladı. Tarihsel çizgimizde zamanı daha ince bölme ihtiyacı git gide yükselmeye başladı. 

Mekanik Saatler 

13. yüzyılda Avrupa’da mekanik saatler ve büyük saat kuleleri belirmeye başladı. Bu ilk saatlerin bazılarının kadranı yoktu, sadece ayin zamanını gösteren çanlar vardı. Bu mekanik saatler günümüz standartlarına göre oldukça ilkeldi. Çok masraflıydılar, çoğu zaman saati doğru göstermiyorlardı ve sık sık bozuluyorlardı. Bu kadar pahalı olmaları nedeniyle Avrupa kentleri kendi saat kuleleriyle gurur duyuyordu. Yüz yıllar boyunca kilise çanının sesiyle zamanı algılayan Avrupa’da yavaş yavaş bir değişim yaşanıyordu; zaman sekülerleşmeye başlıyordu. Çanlı kilise kulelerine rakip olarak saat kuleleri göğe doğru yükselmeye başlamıştı. Kentler ve imparatorluklar arasındaki ticaret hacmi büyüyor, tüccarlar kilise çanından daha hassas bir zaman dilimlemesi arzuluyordu artık. Notre-Dame Katedrali’nin çanlarını çalan Quasimodo ticaret ağının hızına yetişemiyordu. Bir zamanlar en yüksek katedralleri yapmak için birbiriyle yarışan Avrupa kentleri en güzel saat kulelerini yapmak için yarışmaya başladı. Kent-devletleri, krallar büyük masraflara girip komşu ülkeleri kıskandırmaya çalışıyordu. Bu yeni saat kuleleri o dönemin insanlarını büyülüyordu. Çok masraflı olmalarına karşın kent sakinleri kamunun cebinden saat için dökülen paraya ses etmiyordu. Hatta Fransız yazar Froissart 1369 yılında saatlere bir aşk şiiri bile yazmıştı: 

Saat, onu düşündüğüm zaman, 

Çok güzel ve dikkat çeken bir araç, 

Hem çok hoş hem de çok kullanışlı. 

Narin mekanizması sayesinde 

Güneş olmadığı zamanlarda 

Söyler bize hem gündüzü hem geceyi 

Bu yüzden ödüllendirmek gerekir daha fazla 

Çünkü diğer aletler bunu yapamaz asla, 

Ustaca ve pahalı bir şekilde yapabilirler ama 

Bu yüzden onu tutuyoruz ve kullanıyoruz ustaca 

Bu cihazı ilk icat eden kişi 

Bilgisini kattı ustalığına 

Bu yüzden çok asil ve çok değerli. 

İnsanlar saatleri sevmişti, daha hassas ve düzgün çalışmalarını istiyorlardı. Mucitler ve ustalar kollarını sıvadı. 1500 yılında Nürnberg’de Peter Henle tarafından bir icat gerçekleştirildi; artık mekanik saatleri çalıştırmak için ağırlık yerine yay kullanılacaktı. Yaylar ağırlıklardan daha güvenilirdi ve sarma işleminin daha az sıklıkta yapılmasını sağlıyordu. Yay sayesinde artık daha küçük boyutlarda saat yapmanın yolu da açılmıştı. V. Charles daha küçük ev saatlerinin yapılmasını isteyerek saatlerinin sarayın salonlarına ve dairesine konulmasını emretti. 16. yüzyılda kadınlar için yapılan ilk kol saatleri çıktı sahneye. Ama bu saatler gün içindeki zamanı doğru göstermiyordu. Öyle ki yanlışlık birkaç saati bulabiliyordu. Bu ilk kol saatlerini kullanan kadınların da zaten pek hassasiyet derdi yoktu; soylu aileler bunları gösteriş için kullanıyordu. Bir nevi mücevherdi bu saatler. 

16. Yüzyıldan itibaren denizciler büyük bir sorunla karşı karşıya kaldı; enlemi ölçebiliyorlardı, fakat boylamı ölçebilecek bir teknoloji yoktu henüz. Boylamı bilememekten ötürü pek çok gemi kazası yaşanıyordu. Dönemin bilginleri ve mucitleri bu sorunu düşünmeye başladı. Önce sekstant adlı cihaz icat edildi. Bu cihaz denizcilikte açısal mesafeyi ölçebiliyordu. Fakat bu aleti kullanabilmek için saati tam olarak bilmek gerekiyordu. 1779 yılında sansasyonel bir şekilde saatçi John Arnold çok hassas bir şekilde çalışan bir saat icat etti ve buna “kronometre” ismini verdi. Geçen çağların ardından saatler iyice kusursuzlaşmaya başlamıştı. 18. yüzyılın sonlarında Benjamin Franklin insanlara gündelik hayatlarında zamanı “verimli” kullanmaları yönünde tavsiyeler vermeye başlamıştı bile. Hassaslaşan saatlerle beraber artık zaman ve verim meselesi daha sık ifade ediliyordu. 

Sanayi Toplumu ve Saat Dayatması 

Fransız Benck tekstil şirketinin fabrika kuralları şöyle diyordu: 

Çalışma günü, dinlenme süreleri hariç on iki saatten oluşur. On iki yaşın altındaki çocuklar için bu çalışma süresi geçerli değildir. Onlar günde sadece sekiz saat çalışırlar. 

Zil, ilk çaldığında fabrikaya giriş ve fabrikadan çıkış saatlerini belirtir. İkinci zil çaldığında her işçi işinin başında olmalıdır. İş çıkış saatinde, her işçinin işyerinin ve (eğer varsa) makinesini temizlemesini gerektiğini belirten bir zil daha çalacaktır. Zil ile işyerinin kapalı olduğu ilan edilmeden işyerini terk etmek yasaktır ve kuralı ihlal edenler para cezası ile cezalandırılır. 

Sanayileşme öncesindeki maaşların parça veya ürün üzerinden verilmesi geleneği yavaş yavaş ortadan kalkıyordu. Artık çalışılan süreye göre para verilmesi eğilimi vardı. Sanayileşme insanların gününü çok katı bir şekilde bölüyordu. Sanayi Devrimi öncesi günler daha düzensiz bir şekilde bölünmüştü. Hasat zamanı gibi aşırı baskının olmadığı günler dışında, insanlar rastgele sohbet ediyor, dolaşıyor, hatta bazen biraz kestiriyordu. 

Fabrikalarda ortaya çıkan ziller mesainin başladığını haber veriyordu. Zilden sonra fabrika kapıları kapatılıyordu. Geç kalan işçiler en az yarım günlük maaşlarını kaybediyordu. 1830’lara gelindiğinde birçok fabrikada zilin yerini buhar düdükleri almaya başladı. Düdüğün delici sesi tüm sanayi kentinde yankılanıyordu. Fabrika tanrısının sesi işçilere artık daha gür ulaşıyordu. 1880’de sonra ortaya çıkan elektrikle aydınlatma sisteminin ardından çalışma süresi giderek geceye doğru uzamaya başladı. Makinelerin karmaşıklaşması işçilerin üzerindeki zaman baskısının en büyük nedeniydi. Makineleri çalıştırmak için her makineye ayrı bir operatör değil, işçi ekipleri gerekiyordu. Koordineli zamanlama gereksinimi fabrikalarda zamanın önemini artırmıştı. Üretim sistemi hız üzerinden temellenmişti; parça başına üretim gözden düşmüştü artık. Bu sanayi merkezlerine işçilerin birçoğu kırsal kesimden geliyordu. Zamanın bu kadar ince ve sıkı kontrol altına alınması onlarda şok etkisi yaratmıştı. 

Birçok ülkede işçiler fabrika saatini olduğundan daha erken göstermek için akrep ve yelkovanla oynama yapan işverenlerden şikayetçiydi. Bazı patronlar öğle yemeği saatlerini kısaltıyordu. Britanya’da patronlar işçilerin kol saatine el koyuyordu. Çoğu işçi saatin kaç olduğunu ve kaç saattir çalıştıklarını dahi bilmiyordu. 1920’lerde bir Alman patron, kadın çalışanların klozette iki buçuk dakikadan fazla oturmamaları için tuvaletlere buharlı bir fıskiye yerleştirmişti. “Vakit nakittir” gibi ifadeler çeşitli dillere yerleşmeye başlamıştı. 1880’lerde tek bir Amerikalı fabrika işçisi bir günde 10 bin kadar saat dişlisi üretebiliyordu. Dünya çapında yılda yaklaşık 2,5 milyon saat üretiliyordu. 1910’da bu rakam 10 milyona yükselmişti. Tam anlamıyla bir saat patlaması yaşanıyordu. Artık her çalışanın bileğinde zamanın pençesi vardı. 

Boş Vakit 

İnsanlar mesaiden sonra bile zaman dayatmasından kurtulamıyordu. Ahlakçılar çalışan sınıfın boş vakitleri nasıl değerlendirmesi konusunda baskı yapıyor ve öğütler veriyordu. 19. yüzyılın sonlarında Massachusetts’te bir grup göçmen işçi, boş vakitlerini nasıl değerlendirmeleri hususunda düzenlemeler yapan belediyeye karşı çıkıp “Bu sekiz saatte ne istersek onu yaparız” diyerek isyan bayrağı açtı. Egemen sınıfın ahlakçıları mesai dışında publarda içki içen işçilerden rahatsız oluyordu. İlk sanayi şehirlerinde polis zamanının büyük bir kısmını meyhaneleri disiplin altına almaya çalışarak geçiriyordu. Fabrikalarda çalışmaktan pestili çıkmış işçiler ise hiçbir şey yapmadan içmek istiyordu. Zamanı “verimli” kullanmak gibi ne bir kaygıları ne de enerjileri vardı. İşçiler bu ahlak dayatmasına direndi ve çoğu zaman da başarılı oldular. Ayrıca bugünün hafta sonu tatili de o dönemde oluşturuldu. Geleneksel olarak Avrupalı işçiler için pazar günü dini vecibeler günüydü. Herkes kiliseye gider ve ibadetini yapardı. Resmi olarak tatil kabul edilmese de işçilerin bir de “kutsal pazartesi” günü vardı. Bazı pazartesi günleri izine çıkıp meyhanelerde içerlerdi. Fakat salı günü fabrikaya gelen işçilerin çoğu hâlâ ayık vaziyette olmuyordu. İngiltere’de böylece işçiler cumartesi-pazar tatili hakkını kazanmayı başardı. Diğer ülkelerdeki işçiler de bu “İngiliz haftası” hakkını kazanabilmek için mücadele ettiler. Çok hızlı bir şekilde olmasa da yavaş yavaş bu hak yayıldı. Gerçi bugün bile birçok ülkedeki işçi bu haktan hâlâ yoksundur. Fakat yine de işçilerin zaman dayatmasının hakkından tam olarak geldikleri söylenemez. Sanayi kentleri büyümüş ve toplu taşımaya olan ihtiyaç zorunluluk haline gelmişti. Boş zaman etkinliklerine giden işçiler son banliyö treninin kaçırmamak için saate bakmak zorundaydı. Britanya’da çıkarılan yasalar halkın publardaki faaliyetlerine çeşitli saat kısıtlamaları getirdi. 

Dakikalara gömülmüş yeni zaman algımız uyku düzenimizi de değiştirdi. Sanayi öncesi kültürlerde gece uykusu iki bölümden oluşuyordu. İnsanlar akşam yatağa gider ve üç saat kadar uyurlardı. Sonrasında tekrar uyanıp kitap okurlar, dua ederler, ev işlerini halleder ya da komşularıyla sohbet ederlerdi. Sonra uykunun ikinci perdesi başlardı. Amazon Ormanları’nda bir yerli kabilenin yanında yaşamış bir antropolog, yerlilerin her gece uyanıp gördükleri rüyaları heyecanla birbirlerine anlattıklarını gözlemlemişti. Zihinleri ve gözleri sürekli saatte olmayan bu toplumlarda tek seferde sabaha kadar uyuyabilme stresi de yoktu. 

Gellius’un Laneti 

Güneşin doğuşu ve ayın evrelerini izlemekle başlayan zaman maceramız zamanla çok karmaşık bir hale geldi. İnsanların gururla baktığı ilk saat kuleleri giderek küçüldü. Milyonlarca çocuk doğurdular; evdeki duvarlarımıza, masalarımıza, kollarımıza, telefonlarımıza yerleştiler. Romalı yazar Aulus Gellius MÖ 184 yılı civarında günün saatlere bölünmesine şöyle isyan ediyordu: “Günün saatlerinin nasıl ayrılacağını ilk keşfeden adama da buraya ilk güneş saatini kuran kişiye de lanet olsun! Tanrının laneti günlerimi böyle parça pinçik edip ayıranların üzerinde olsun!” Gellius’un tepkisi güneş saatineydi. Bizim saliseleri bile ölçen hassas saatlerimizi görse ne derdi acaba? Belki de bizi distopik bir çağda yaşadığımız için lanetlerdi. 

Kaynakça 

Carlo Rovelli, Zamanın Düzeni, çev. Tolga Esmer, Tellekt Yayınları. 

Peter N. Stearns, Tarih İçinde Zaman, çev. Fatih İkiz, Ketebe Yayınları. 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz